Tarık Sezai Karatepe

Tarık Sezai Karatepe

Yedinci Şehrin Kapısında!

 

“Bir Hak Düşmanı” sadece tiyatro değil, manifestoydu da… Karşılığını bulmuştu; vefakar beşli, cefakar beşliydi artık; Hüseyin, Sefai; Recep, Cengiz ve Fikret hocalar, Medrese-i Yusufiye"de daha da bilenmişler; imtihanı, eğilmeden vermişlerdi.

Tenekeciler, başkenti boşaltmışlar; “durumdan vazife çıkarma”nın şuuruyla(!) ait oldukları yere dönmüşlerdi. Yüzde ellili zamlara “Nereden bulup da verecek?” diye burun kıvıran şehir magandaları, yüzde üç"ü altı"ya çekmek için çalmadık kapı bırakmamışlardı. “Bıldırcın etini ve kudret helvası”nı beğenmeyip, “yerin bitirdiği soğan, sarmısağa” talip olan İsrailoğulları"ydılar adeta…

Osmanlı"nın yıkılışıyla bozulan denge, yeniden kurulacakken; bir kamyon, bir taksiye çarpacak; faturası halka kesilecek; bir mıh"ın nal"ı, nal"ın atı, atın komutanı, komutanın orduyu bertaraf etmesiyle “eşkıya, dünyaya hükümran olacak”tı.

Şehir, “dört defa milli olmuş parti”nin karşısındaki havuzdan, “Ben Osmanlı"yım” der gibi kendini belli ediyor, peşi sıra dizilmiş üç Osmanlı şaheseri, ferah çarşıyla bütünleşiyor; kent, tarihi dokunun etrafında gelişiyordu.

Su Terazisi"ne akıl sır ermiyor; Kemer"de kabaran su, Hendekyanı"nda “sel” anlamına geliyordu. Bir anda vurup çekilen Bartın ırmağı, yüzyıl var ki ihmal elden şehri, on yıl daha geriye götürüyordu.

Akşam, vakıfta tanışırken gözü, yıllar önceki bir simaya takıldı. Ediz"di. Türkiye"nin ilk üniversite öğrenci dergisi “Genç Marmara”ya birlikte omuz vermişler, cepten harcayarak yedi sayı çıkarmışlardı. İnsan hakları çiğnendi mi meydanları dolduran, “dosta güven, düşmana korku salan iki ahretlik dost” yıllar sonra bir aradaydılar. “Dağ, dağa kavuşmaz”dı.

Hatıralar henüz dipdiriydi. Beyazıt Meydanı"ndan yorgun argın yurda dönmüş; deliksiz bir uykudan sonra “Kalk kalk, gastede resmin çıkmış” diyerek apar topar kaldırmışlar;  babasının Almanya"dan getirdiği yeşil parkeyle, anasının ördüğü bordo kazakla objektife yakalanmış; o sırada Sivas çarşısında dolaşan babasının, tesadüfen manşette görünce göğsü kabarmış; “Oğlum, aslan oğlum; gastede resmini gördüm; kendine dikkat et!” diye övgü ile karışık uyarmış; o da bir zamanlar Almanya"da, nerde bir anadolu havası varsa koşup gitmişti!  Ne de olsa “namus meselesi”ydi!

 

Dört Mart… Doksan Sekiz… Pazartesi…

Bartın İmam Hatip, ırmak kıyısındaki barakasından, tepedeki şahin bakışlı mekanına kurulmuş, dört binleri bulan mevcudu “gaflet, dalalet ve ihanet”le bin"e inmiş, “bu toprakların yabancısı” son darbeyi vurmaya hazırlanmış; tam da gardı almışken, vahiyle kuşanmış yüreklerin, “Allah"ın ipine sımsıkı sarılın; dağılıp parçalanmayın” şuuruyla hesapları alt üst olmuştu. Saff dört"ü okuyan, bir daha dönemezdi. “Onların bir oyunu varsa…”

Mustafa"yla başlayan bayrak yarışı, Cafer"le, Kepez"le, Harun"la ve nihayet Mehmet Ali"yle canlılık kazanmış; “kökü mazide olan ati”ye doğru yelken açmışlardı. Bu satırlara on"unu yazsa yüz"ü; yüz"ünü yazsa bin"i küserdi.

 Tevbe yetmiş bir"e inanan altın yüreklerin dostluğu, “pazara değil, mezara kadar” dı. Bir ömür, onurla anacakları hatıraları; kıtalar aşıp yeryüzüne “İşte kardeşlik bu!” dedirtecek kadar muhteşemdi! Gencecik yaşta, kızıyla erkeğiyle, en zorlu imtihandan geçmişler; bağırlarından sökülüp alınan kahraman dörtlünün acısını, yüz yirmi gün değil, yüz yirmi milyon saat yaşamışlardı.

İhaneti hayat felsefesi yapan omurgası zayıflar ise, “şalvar davası”ndan rüsvay olacaklar,  onursuz bir yaşama boyun eğecekler, Şuara iki yüz yirmi yedi"nin akıbetinden kurtulamayacaklardı;  “Dünya bir leş, peşine düşen köpek”ti.

Aşurenin, bir başka anlamı vardır oralarda… Otobüs tutmuşlar, adı gibi Uluköy"e vardıklarında meydanlara kurulan kazanların başına üşüşmüşlerdi. Kah, bir köy, öbür köyde; kah, bir kasaba, diğer kasabadaydı.

Dönüş yolunda ısrarlara dayanamayarak, otobüsü Arıkayası"na çektiler; “Hocam, yukarıda bir mağara var ki o biçim!” Yosunlardan tutarak tırmanıyor, tırmanıyordu… Üstü başı çamur olmuş, tarzanlık yapmıştı; bu işte bir iş vardı; meğer oyuna gelmişti.

İki tepe arası kanyonda, yukardan akan ince su, kayalara çarparak yuvasını buluyordu; o da talebelerle birlikte çoraplarını çıkarmış, ayağının “kab”ını parmaklarına takmıştı. Kayadan kayaya atlarken önündeki su birikintisini görmeyip, ayakları önde, başı arkada uçuşa geçmesiyle kahkahalar birbirine karışmıştı. Olan, telefonuna olmuş, “Hocam, ver de, babamın kamyonuna takoz yapayım!” laf atmalarıyla akşam olmuştu. Acısını, birkaç ay sonra, Bartın"dan Amasra"ya yürüterek çıkaracaktı!

Babasıyla yaptığı ropörtajı gazetede çıkan büyük kızı, hedefini belirlemişti: Yazar olacağım! Mikrofona boyu yetişmediği için, sandalyeye çıkıp, Sakarya Türküsü"nü ezbere okumuş; küçüğü, anasının elini bıraktığı gibi soluğu Yukarı Çarşı"da almıştı.

“Kan Kardeşim Can Kardeşim” oyunlar arasında en çok alkış toplayanıydı; belediye yarışması için cep sineması"nda sergilemişler; sıra ödül törenine gelince “huylu huyundan vazgeçmemiş”, negatif ayrımcılığa maruz kalmışlar, dışlanmanın haklı gururunu tatmışlardı. Onlar alışkındı.. “Keser döner, sap döner; bir gün de hesap döner”; “…..kervan yürür”dü.

Altıncı şehir; acı tatlı hatıraları “defterler açıldığı”nda şahitlik yapmak üzere gözden kayboluyor; yedinci şehre demir atıyordu. Tanpınar, Beş Şehir"i; Ahmet Turan Alkan, Altıncı Şehir"i kaleme almıştı.

Yedinci Şehir"i yazmak, kime nasip olacaktı?

Bu yazı toplam 3768 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
21 Yorum