DİLİN KADARSIN DERGİSİ ÖĞRENCİLERİNDEN RÖPORTAJ

DİLİN KADARSIN DERGİSİ ÖĞRENCİLERİNDEN RÖPORTAJ

Emrullah KILIÇ hocamızla zihnimizi meşgul eden bazı meseleleri konuştuk. Kadim meselelere güncel cevaplar aradık.

Bilginin Sıhhati Kadar

İstikameti de Önemlidir

 

Aytekin Mert ÇELİK & Ahmet Zübeyir TUĞLUCA

 

Ülkemiz kritik bir bölgede ve bu bölgede sorunlar hiç eksik olmuyor. Sürekli gerilimler, çatışmalar. Biz de bundan nasibimizi fazlasıyla alıyoruz. Son dönemlerde bu yaşananların faturası dini düşünceye ve mezheplere kesiliyor gibi. Sizce neler olup bitiyor?

 

Emrullah KILIÇ: Şöyle bir soruyla başlamak istiyorum ben de. “Vücud” dan “Mevcud”a mı bakacağız, yoksa “Mevcud” tan “Vücud” a mı? Yani olup bitenlerden mi hadiseleri okuyup ilkeleri konuşacağız, yoksa ilkelerden hareket edip mi hadiselere bakacağız.  Ben ilkelerden hareket etmeyi yeğliyorum. Maalesef İnsanlar şu anda mevcut olanı yani gerçeği, gerçeklik zannediyorlar. Oysa gerçeklik yani hakikat başka bir şey. Mevcut din algısının da, siyaset algısının da, bilim algısının da temel problemi bu bence.

 

Biz düşünmenin yasalarına göre düşünmek zorundayız. Tutarlı ve mantıklı olmak zorundayız. Son dönemde bir mezhepsizlik mezhebi üretiyorlar ve bunu adeta moda haline getirdiler. Sloganları güzel; “Kur’an’a, sünnete, kaynağa, asıllara dönüş”.  Çok güzel gibi duruyor ama bizim tarihsel tecrübelerimiz var. 14 asırlık bir birikimimiz var. Bunları yok sayarak aradaki zinciri atlayarak, Kur’an’a dönelim iddiası aslında çok fantastik bir iddiadır. Bunu söylerken gelenekçilik de yapmıyoruz. Çünkü gelenekçilik de modernite karşısında bir refleks üreten bir nevi tepkisel, savunmacı bir yaklaşımdır. Postmoderniteye de itiraz kabiliyetini yitirmiştir. Hem ayrıca Aristo metafiziği üzerine kurulu geleneksel tasavvurlarımızın yer merkezli bir evrenden güneş merkezli bir evrene geçişin yaşandığı bilimsel devrimlere, oradan da bugünün çağdaş doğa anlayışına kadar olan serüvenlerini ve bunun yansımalarını bilmeden, bunlarla yüzleşmeden ikna edici karşılıklar vermemiz de mümkün görünmüyor. Mezhepler bu yüzleşmenin, bu arayışın önünde engel olmamışlardır. Mezhepler hem bilgiyi delillendirme açısından çok önemlidir hem de Müslüman’ın hayatını kolaylaştıran çok önemli bir tecrübedir, bir yol haritasıdır, bizim için bir reçete görevi görür. Aşırılıklar var mıdır; her düşüncede her sistemde olduğu gibi onun da aşırılıkları olabilir ama biz ortalamaya bakarız. İklimler bile öyle; mesela nisan ayında kar yağabiliyor ama nisanın adı bahardır, on beş senede bir kere kar yağıyor diye biz nisan ayına kış diyemeyiz. İnsanlar mezhepleri suiistimal etmek için bazı çalışmalara başvurabilir ama bu tarihi tecrübenin ortalaması değildir.
 

A. ÇELİK & A.TUĞLUCA: “Gidilen yer kadar tutulan yol da önemlidir” düşüncesinden mülhem, mezheplerin işimizi zorlaştırtan değil kolaylaştıran bir şey mi olduğunu belirtiyorsunuz?

 

E. KILIÇ: Hem ilmi açıdan, hem de pratik açıdan bu sorunun cevabına kesinlikle evet diyebiliriz.
Şimdi aklî bir şeye aklın yasaları ile itiraz ederiz değil mi? Size bilimsel bir şey söyleniyorsa bilimin yasaları ile itiraz edersiniz. Dini argümanlar ile bir şey söylenirse o argümanlarla cevap verirsiniz. Mesela, İmam-ı Azam bir fetva verdiyse veya İmam Züfer gibi İmam-ı Azam ekolünden gelen birisi bir fetva verdiyse siz o ekole itiraz edersiniz. Bir şeye itiraz ederken o şeyin kurallarına ve yöntemlerine göre itiraz edersiniz. Mezhepleri kaldırdığınız zaman da yani aradan çıkardığınız zaman da; adam diyor ki “Ben Kur’an’a, sünnete göre konuşuyorum.” e, adam bunu dedikten sonra biz de itiraz edeceğimiz zaman nasıl itiraz edeceğiz ona? Aslında burada bir hinlik, bir cinlik var, bu benim kanaatim. Kendi yapmak istediklerini bunların arkasına sığınarak yapabilirler. Mezhepler, bir ekolün Kur’an’dan ve hadisten anladığına göre bilme ve bilgiyi delillendirme biçimidir. Asla bir taassup değildir. Eğer birisi bir düşüncenin Kur’an’a göre olduğunu savunuyorsa, benim şöyle itiraz etme hakkım olur : “Sen Kur’an’ın ruhuna göre diyorsun, bunu söylemek için senin Tanrı olman lazım.” Felsefe, sanat, bilim… Birçok alanda bu böyledir. Konuşan kişi genel olarak ben felsefeye göre konuşuyorum diyemez. Gülerler adama. Aristo felsefesi mi, Platon mu? Yoksa Descartes mi, kime göre? Burada şu var; tarihsel tecrübemizin, düşünce sistematiğimizin içinde yanlışlar olabilir, bu mümkündür.  Her şeye rağmen bu tarihsel tecrübeyi yok saymak, yani bunu söyleyecek ifade bulamıyorum ama bundan daha vahim bir durum olamaz. Çünkü bizim Kuran’dan ve sünnetten anlayarak ürettiğimiz düşüncelerin tamamı Kuran’dan ve sünnetten bağımsız olan şeyler değildir ki bunları paranteze alıp direk kaynaklara dönelim demek sağlıklı olsun. Aynı şeyler Hıristiyanlığın başına da gelmiştir. Şöyle söyleyeyim Tanrı ile kul arasındaki mesafeyi kaldıralım, direk kaynaklara dönelim; kilise aracı olmasın, papaz aracı olmasın Allah’la kul arasındaki bağlantıyı direk kuralım. Protestanlığın çıkış sebebi budur. Hıristiyanlığın bir din olmaktan çıkıp bir kült haline gelmesinin, hayattan çekilip referans olmaktan çıkmasının sebebi budur. Şimdi ortada Hıristiyanlık diye bir şey kalmadı, otorite kalmadı.

Şimdi aynı tecrübe bizim için de yaşatılmak isteniyor. Bu aslında yeni değil. Ta 1800’lü yıllarda Seyyit Ahmet Han’la birlikte Hindistan’da başlatılan bir şey bu. Aslında pratik anlamda mezhepçilik mümkün değildir; çünkü sosyolojik olarak bir karşılığı yoktur. Biraz yapı bozulmasına yol açar. Şöyle bir şey var. “Su-i misal emsal olmaz.” yani mezhep adına yapılan uygulamalarda aşırılıkları gösterip, mezhepçiliği gösterip mezhebi küçümsemek ya da gereksiz olduğunu savunmak ilmi bir yaklaşım değildir.  İslam dünyasında iki ana damar vardır, Vehhabiliği saymazsak,  Sünnilik ve Şiilik. Bu da özünde bilgiyi yorumlama meselesidir. İslam tarihinde örnekleri var:  İşte, Kırtas Vakası dediğimiz olay var, Hz. Peygamberin sağlığında gerçekleşen Gadir Hum olayı. Bunların ayrıntılarına girmeyeyim şimdi. Bunlar bilgiyi nasıl yorumlayacağına bağlı bir şeydir. Bilginin bir şekilde yorumlanması Sünniliği oluşturuyor ki biz bunu tercih ediyoruz, başka bir şekilde yorumlanması Şiiliği oluşturuyor. Tabii burada siyaseti de göz ardı edemeyiz. İşin çatışma kısmı bilgi ve onu yorumlamadan değil, siyasi tavırdan kaynaklanıyor. Yine bilimsel teoriler için bile aynı şey söylenebilir. İshak Arslan’ın “Çağdaş Doğa Düşüncesi” diye bu meseleleri anlatan çok güzel bir kitabı var.  Tanrı ve Metafizik konularında bilimsel teoriler, bilimsel kaygılardan ziyade siyasi, toplumsal ve ideolojik ihtiyaçlarla ilgilidir diyor. O yüzden bugün olup biten kavgaları mezhebe yormak çok adil değil. Bu kavgaları destekleyen örnekler elbet olabilir; ama kanaatimce tersi de bir o kadar geçerlidir.  Mesela Ebu Hanife’nin “iman” tanımı “kalpte tasdik, dilde ikrar” olarak karşımıza çıkar. Bunu niye söylüyoruz. Bu tanım özellikle Şia ve Haricilerin iman tanımı karşısında özellikle Türklerin hızla Müslüman olmasına kapı açıyor. Bu da mezhep. Çatışma değil, aksine çatışmayı önleyen bir mezhep. Başka bir açıdan baktığımızda daha ilginç bir durumla da karşılaşıyoruz. Hz. Ali ile Hz. Aişe arasında yaşanan ve binlerce Müslüman’ın öldüğü Cemel vakası olduğunda henüz mezhepler teşekkül etmemişti. Yani eğer bir ötekileştirme olacaksa bu mezheple de yapılabilir başka bir argümanla da yapılabilir. Tarih futbol takımı taraftarlarının kavgalarına ve bundan dolayı ölen binlerce insana da şahit oluyor. İllaki oluyor. Ama kimse futbol takımı taraftarlığını kaldıralım, herkes milli takımı tutsun demiyor.

Yine bu mezhep olayı en çok İslam düşüncesinin ana omurgası olan ehlisünnet muarızlarını rahatsız ediyor. Bu omurga zaafa uğratılırsa bütünü tutan yapı daha kolay bozulacak, bunu iyi görmek lazım.

 

A. ÇELİK & A.TUĞLUCA: Aynı şey daha çok hadisler üzerinde yapılıyor gibi. Öyle değil mi?

 

E. KILIÇ: Bu bahs-i diğer bir mesele. Ama kısaca değinmek gerekirse toplum hayatında bazen karşılaştığımız sorunları bu hadislere ve geleneğin bunları yanlış yorumlamasına veya bunun hadis olmadığına hurafe falan olduğuna dayandırıyorlar. Aslında bu durum hadisler konusunda ilmi çerçevede yapılacak eleştirilerin de yapılmasına engel oluyor. Bu da doğru değil. Bir de şu soruyu sormak lazım: Kur’an-ı Kerim’de net, hiç kimsenin şüphe edemeyeceği açık ayetler var, yani yoruma ihtiyaç duymayacak, herkes tarafından anlaşılır ayetler var. Faizin, zinanın haramlığı gibi. Ama bugün bakıyorsun faizle, zina çok yaygın. Bunun sebebi Kur’an’ın yanlış yorumlanmasıdır diyebilir miyiz? Bunlar nasdan değil insandan kaynaklanan problemlerdir oysa. Bir şeyin yaygın olması illaki onun yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaz. Bu konuda geleneksel hadis anlayışımıza acımasızca saldırıyorlar. Demokrasi konusu böyle, kadın konusu böyle. Bugün sosyal hayatta yaşanan olumsuzluklarda adam faturayı hadislere kesiyor. Sonra da ayıklamaya başlıyor, hadi o zaman Kur’an ayetlerini de ayıkla. Gerçi bunu da tarihselcilik adı altında yapıyorlar, o da ayrı bir mevzu.

 

A. ÇELİK & A.TUĞLUCA: Yani otorite sarsılacak diye eleştirmeyecek miyiz?

 

E. KILIÇ: Onu kastetmiyoruz elbet. Biraz önce bahsettik. İlmi çerçevede zamanın ruhuna mağlup olmadan hakikati ortaya çıkarma adına eleştiri mutlaka yapılmalı. Ama bizim vurguladığımız husus şu: Bunlar bir eleştiri, yanlışı tespit edip hakikati ortaya çıkarma ameliyesi değil. Ki eleştiri zaten bizim geleneğimizde var. Eleştirel bir gelenek. Gazali’nin karşısında İbni Rüşd var, İbni Arabi’nin karşısında İbni Teymiye. Bir geleneğin içinde doksan doğru varsa on yanlış olabilir. Ama gündemde sürekli o on yanlış tutulup sürekli kafalarda istifham oluşturulmaya çalışılırsa burada iyi niyetten söz edemeyiz.

Batıda otoritenin sarsılması çok pahalıya mal oldu. Sadece Batı dünyası için değil, tüm insanlık için. Biz şimdi yüz yıl geriden aynı süreci yaşıyoruz maalesef. Burada mezhepçilik yapmıyoruz. Bir tespit yapıyoruz. Mezhepler bilgi birliğini sağlayan, yaşantı birliğini sağlayan bir otoritedir diyoruz. Çünkü bunlar sünnetin süzülüp yorumlanmasıdır. Farklı milletler olsa da ümmetin birliğini tutan aynı davranış modelini Afrika’da da gösterebiliyorsun, Kanada’da da gösterebiliyorsun. Bilgi birliğini sağlamadan siyasi birliği sağlayamazsın. Ümmet bilincini diri tutamazsın. Başka türlü bu otorite dağılır. Postmodern dönem de bitti, başka bir döneme geçtik şimdi bu dönemin özelliği şu: Artık otoriteler bir şekilde zaafa uğratılıyor. “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” kitabı okunursa Marshall Berman bu mevzuya güzel temas ediyor. Din bir otoritedir, devlet bir otoritedir bunu küçültürsek aile bir otoritedir, baba bir otoritedir. İşte şimdi bunlar bir bir zaafa uğratılıyor. Mesela devlet bilgiyi yorumlar ve bunu kurumlarıyla topluma yayar. Okullaşma tam da bunun için vardır. Belirli ideolojik ilkeler altında toplumu bir arada tutar. Bunları koruyamadığın zaman devleti de dağıtırsın. Sonra dini otoriteyi müphemleştirip ümmet bilincini parçalar, ulusallaşırsın, sonra aileyi parçalar bireyselleşirsin, sonra bireyin parçalanması kişilik parçalanmasına yol açar ki bunun adı da şizofrenidir. Şimdi bu sürece hızla yaklaştırıyorlar bizi.

 

A. ÇELİK & A.TUĞLUCA: Bunlar ilmî kaygılardan kaynaklanan bir tartışmadan ziyade, başka kaygılardan mı kaynaklanıyor, biraz öyle anladık gibi?

 

E. KILIÇ: Hepsi için aynı şeyi söyleyemeyiz elbet. Bu haksızlık olur. Ama bizim dikkat çekmeye çalıştığımız bir kesim var ve onların sesi bugünlerde çok çıkıyor. Bunun iki ayağı var. İçerde ve dışarda olmak üzere iki ayak. Bunu diyenler aslında şunu diyor: İbrahimi dinler, semavi dinler gibi söylemlerden yola çıkarak bakın işi nereye getirdiler. Tanrı’nın yerine insan koyuldu,  hümanizm budur işte. Yani “Dinin önemi yok, varsa bile hepimiz ortak dinden geliyoruz, hepimiz Âdem’den, İbrahimi gelenekten geliyoruz.” diyerek dışarıda dinlerin birliği savunuldu. İçeride ise mezheplere ne gerek var deniliyor ve farklı yollarla aslında aynı amaca ulaşılmaya çalışılıyor. Bu çok tehlikeli bir şeydir. Kuralsızlık kural haline gelir, mezhepsizlik din haline gelir ve bu yapıyı tutmanız mümkün değildir.  Oğuzların/Türkmenlerin Müslüman olmaya başladığı döneme çok benziyor çağımız. O zaman da nazari idrak parçalanmıştı. Batınî akımlar ciddi anlamda hâkimdi. Bunlar kimdi? Hesabı verilebilir bilginin değil “bana göre” ciliğin dönemiydi. Bilginin bir usül çerçevesinde objektif değil de subjektif olarak yorumlandığı dönemler yani. Gazali’nin büyüklüğü burada ortaya çıkıyor. Gazali İslam dünyasındaki bilgi birliğini sağlayarak sistemi yeniden kuruyor. Bunu, ehlisünnet omurgasını tahkim ederek sağlıyor. Eğer, Gazali bu omurgayla bilgi birliğini sağlamasaydı bugün sonuçları daha farklı olurdu. Şimdi bizdeki bu bilgi birliğini sağlayacak güçlü bir düşünce sistematiği ve paradigmaya ihtiyaç var. Yeni Gazaliler lazım bugün bize. Bugün toplumda bilgi birliğini sağlayacak, güçlü fikirler üretecek, âlime ve ulema sınıfına ihtiyaç var. Günümüzde post modern bilgi dediğimiz şey hakikati olmayan bir şey.  Yani bu da doğru, şu da doğru; o da olsun, bu da olsun. O yüzden hakikat biraz kibirlidir;  ya ben ya öteki der, ortaya karışık bir hakikat olamaz.

 

Bugün postmodernizm dedikleri şey insanı dört bir yandan kuşatıyor. İnsanı yeniden tanımlıyor. Takip etmeyelim, taklit etmeyelim,  bağlanmayalım özgür seçimimizi yapalım diyor; ama inanç ve ahlaki değerlerin çokluğunda bir istikamet veremiyor. Bizim kudema nezdinde bilgi ve onun sıhhati yanında istikamet de önemliydi. Yolsuz, yöntemsiz, amaçtan maksattan yoksun bilgiler aslında bilgiyi değil cehaleti artırır denilirdi. Şimdi durum buna geldi.  Her şey karmakarışık ve müphem. İyi ne, kötü ne? Maalesef hepsi göreceli hale geldi. Böylece kutsal ile insan arasındaki bağ kopuyor. İnsanlar her açıdan güvenlik sorunu yaşamaya başlıyor. Geleneksel dünyanın klasik yaklaşımları altında insan, kendini güya özgür hissetmiyor; ama modern dünyanın çoğulculuğunda özgür ise de hem güvensiz, hem mutsuz, hem de umutsuz. Şu anda tartışılan çevre kirliliği kadar, bilgi kirliliği tartışılsa en azından yüzleşmeye başlarız.

 

 Mezhep buna o zaman cevap buluyor böyle kullanacaksın işte, yöntemle kullanacaksın. Yöntemsiz düşünürse insan, ne olur sonuçları? İşte kaynaklara dönelim diyenlerin hepsinin içi boş. Düşünce adamlarının tamamının bir yöntemi vardır, her dönemde böyledir. Aristo, Meşaî gelenektir; Descartes’in bir geleneği vardır; Newton bir fizikçidir, bir geleneği vardır; yani şu anlamda söylüyorum: Felsefenin de bir geleneği vardır. Dinde, fıkıhta niye bir gelenek olmasın?

Şu da çok önemli bir şey “Kur’an’a, kaynağa dönelim” gibi şeyler çok dolu anlamlar içermiyor. Çünkü bir insanın düşüncesi bile direkt anlaşılmıyor. Diyelim ki Batılılar kendi değerlerinin adamlarını, Aristo’yu onu neşreden insanlardan anlıyorlar. Kimden anlıyorlar? İbn-i Rüşt’ten anlıyorlar. Batı’daki büyük filozof Hegel’i, Kant’ı direk okuduğun zaman anlayamıyorsun, bunları okuyan adamlardan anlıyorsun, o adamları okuyorsun ondan sonra Kant okuyorsun.

 

A. ÇELİK & A.TUĞLUCA: Bu süreçten ve düşünceden kastınız felsefi düşünce mi? Bunun riskleri de yok mu sizce? Başka bir tarafa savrulmayı getirebilir her an. Ne dersiniz?

 

E.KILIÇ: Adamlar diyor ki her dönemde “Felsefe vesvesedir.” Niye? Bakın İslam dünyasında Hz. Ömer döneminden itibaren topraklar genişledi, Müslümanlar farklı kültürlerle karşılaşmaya başladı. Yunan kültür ve düşüncesiyle de karşılaşıldı. Orada metafizik de vardır, kelam da vardır, Yunan inançları da vardır. E, bu ortamda Yunan düşüncesini, felsefesini yok sayabilir misiniz, onunla birlikte yaşıyorsunuz. Müslümanların kendilerine güvenleri fazla olduğu için Beyt-ül Hikme’de bu eserleri tercüme etti ve bu tercüme faaliyetlerinin başında bir Yahudi vardı. Tercüme ettirdi onları, bundan istifade etti, bunu yorumladı ve bundan İslam felsefesi çıktı. Ama felsefeye gavur işi diyebilirdi. Reddetmekle felsefe yok olur mu? O zaman şunu bilmeliyiz; Felsefede, düşüncede eğer kendi inançların bu alana girmek için ( buna Fideizim denir) buna İslam dünyasında ‘’Kelam’’ deriz. Kendi inançların sağlamsa, bunu bir kategori olarak düşünün, bunun üstüne felsefeyi koyarak, bunun üstüne de kelamı koyarak bir piramit oluşuyor ve bu bilgi çok anlamlı ve değerli oluyor. İhsan Fazlıoğlu hoca bir röportajında güzel ifade ediyor bunu: “Güçlü bir rasyonalite olmadan güçlü bir tasavvuf olmaz. Bunlar birbirini tamamlar. Birisini yok saydığın zaman İslam düşüncesi eksik kalır.” İslam düşüncesi nedir? Bunların hepsidir. Felsefe de olacak, şiir de.  Şaire de ihtiyaç var, matematikçiye de, sanatçıya da. Eğer herkes şair olursa, toplum hayal âleminde yaşar. Şairler de olacak toplumun içinde, sufiler de olacak. Onları durduracak kelamcılar, fıkıhçılar da olacak.  Sadece kelamcıların, filozofların teorik tartışmalarıyla şairlerin, sufilerin, meczupların olmadığı bir toplumda rasyonel bilgiyle yaşanır mı Allah aşkına!

 

A. ÇELİK & A.TUĞLUCA: Pratik hayat bugün teorik hayattan çok farklı işliyor hocam. Felsefe filan zor ve meşakkatli iş. Taliplisi de az. Bugün hepimiz teknolojinin tasarrufu altında yaşıyoruz adeta. Bu konuda ne diyeceksiniz?

 

E. KILIÇ: Teknoloji bir ideolojidir ve bu teknoloji ideolojisinin getirdiği sorunlarla tüm dünya yüzleşiyor. Bu sorun Moğol istilasından, Haçlı seferlerinden sonra insanlığın yaşadığı en büyük istilalardan biridir. Teknoloji istilasıdır bu. Teknolojinin diğerlerinden farkı şu; teknoloji modern yaşam biçimini bütün dünyaya aynı anda empoze ediyor. Eskiden bölgeseldi. Batıda olan bir şey buralara yüzyıllar sonra geliyordu; ama şu anda Amerika’da çıkan şey aynı anda Türkiye’de de satışa sunuluyor. Kullandığımız aletler bizim yaşam biçimimizi etkiliyor. Biz buna eşyanın tabiatı diyoruz. Bu konuda Marks haklı çıktı. Marks’ın tespitleri haklı çıktı yani insanların ürettikleri şeyler, üretim tarzları, üretim aletleri hayat tarzını belirliyor. Marks’ın kurgusu yanlış, ama söyledikleri doğru.

 

Eskiden insanların ihtiyaçlarına göre bir şey üretiliyordu. Şimdi önce ihtiyaç üretiliyor, oluşturuluyor reklamlarla vs… Ondan sonra o üretilen şey alınıyor. Şu anda hayat tarzı önce sunuluyor, ondan sonra o şey pazarlanıyor ve biz böylece o kısır şeyin esiri oluyoruz. Bugün neoliberal dünya görüşü tüm dünyayı sarmış durumda. İşte bu esareti içselleştirecek, karşı koymayacak tamamen “rıza” ve “kabul” üzerine kurulu ve modern dünyanın değerleriyle uyumlu “girişimci” bir din lazım… Bu üretilmeye çalışılıyor.

Bugün Japonya’yı mahvettiler, Güney Kore’yi mahvettiler. Japon toplumu diye bir toplum kalmadı. İslam dünyasında bunun önündeki tek engel sünnettir bu mezheplerle ilgili tartışmalar falan son 150-200 yılda ortaya çıkmıştır. Hangi dönemde hangi tartışma niye yapılmış bakarsanız kapitalist değerlerin dünyaya hakim olmasıyla birlikte sizin hangi dine mensup olduğunuz bile önemli değil, o yaşam tarzına ayak uyduruyorsanız sizin inandığınız şeyi hiç önemsenmiyor. Direnen bir yapı varsa da bunu önce tartışmaya açıyor, sonra itibarsızlaştırıp etkisizleştirmeye çalışıyor. Mezhep konusunda ve sünnet konusunda çıkan tartışmaları da bu bağlamda okumak faydalı olacaktır.

 

 

A. ÇELİK & A.TUĞLUCA: Okulun sitesindeki bir yazı dikkatimizi çekmişti “İnsan insanın gölgesinde yetişir”. Burada gölge veren insandan kasıt nedir?

 

E. KILIÇ: Şöyle söyleyeyim Yunus Emre der ki “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü. Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu”  Burada çok önemli bir şeye vurgu yapılır. Bir kişi kendi başına erik dalına çıkmış olduğunu zannedip, o anda üzüm yediğini zannedebilir, hâlbuki mal sahibi de gelir cevizlerimi neden yedin der. Bizim geleneğimizde kişi tek başına, aslında yaptığı iş gerçekte yapmak istediği iş olmayabilir. Bir yol ancak bir yoldaşla alınır. En azından belli bir süreliğine bu böyledir. Bizim ilim geleneğimizde öğrenci hocaya teslim edilir ve belli bir süreçten sonra icazet alınır. Bir kişinin yeterli olduğuna hoca karar verir. Burada hoca kişinin her haline hâkimdir.

Vahyin iniş sürecinde Hz. Peygamber sahabeye vahyi ulaştırmış. Tahsin Görgün hocadan mülhem yani bu iki kapak arasında bir “kitap” olarak değil peygamber ile sahabe arasında bir “hitap” olarak gerçekleşmiştir. Yani peygamberimiz vahyi sadece ulaştırmamış, onu aynı zamanda sahabe nezdinde “idrak” edilebilir hale getirmiştir. “İşte insan insanın gölgesinde yetişir” den kastımız tam da budur.

Modern dönemlerde de böyledir aslında. Hayatın her alanında esas olan şey usta-çırak ilişkisidir. Bu süreci bozduğunuzda tüm sistemi bozmuş olursunuz. Bizim şu anda en eksik kaldığımız taraf tam da bu.  Kimse kimseye muhtaç olmadığını anlatmaya çalışıyor, kimse kimsenin gölgesine girmek istemiyor. Bir özgürlüktür tutturulmuş gidiyor.

 

 

A. ÇELİK & A.TUĞLUCA: Son olarak şunu soralım. Aydın bir insan olabilme adına bize tavsiyeleriniz nelerdir?

 

E.KILIÇ: Sorduğunuz soruda benim kulağımı tırmalayan bir şey var. Aydın kelimesi ışıl ışıl bir kelime ama bana sempatik gelmiyor. Kelimenin arkeolojisine gittiğimizde bizi rahatsız eden şeyler çıkıyor. Bizim kültürümüzde aydın neye tekabül eder, bunu iyi bilmemiz lazım. Biz karanlıkta mıyız ki aydınlanacağız. Türkiye’de aydın kelimesi yıllarca kendi değerlerine uzak kalmış bir zümreyi ifade etmek için kullanıldı. Bir nevi yerli oryantalistlerdi bunlar.

Hem bu aydın kesimi kendi değerlerini kültürel anlamda bile bilmeye gerek duymadı. Çok tuhaf bir durum bu. Batıda ateist bile olsa asgari düzeyde Hıristiyanlığı bilir, çünkü o din, o toplumun kültürü halindedir. Sadece din olarak bakılmaz. İnanırsın ya da inanmazsın. Aydınsan asgari düzeyde bunları bilmek zorundasın. Ama adam bunları bilmiyor ve bu değerleri bilmediği gibi bir de karşı olmakla özdeşleşmiş. O yüzden aydın kelimesi bana çok sevimli gelmez, dolayısıyla size aydın olmayı tavsiye edemeyeceğim ama bizde aydın değil âlim vardır. Ne fark eder hocam demeyin. Biz kendi kavramlarımızla düşünmek ve bu kavramlarla görmek zorundayız. Çünkü kelimeler ve kavramlar bizim aynı zamanda düşünce araçlarımızdır. Nasıl ki uzayı görebilmek için bir teleskop lazımsa bizim de düşünmemiz için kendi kelimelerimiz ve kavramlarımızın olması lazım gelir. Bunlarla düşünmek bunlarla bilmek bunlarla hayal görmek lazım ki o zaman bize ait olur. Bir de tabii şunu da iyi bilmek lazım kelimeleri ve kavramları ilişkilendirirken William Stachk diye bir mühtedi var.  Allah’ın Âdem’e isimleri öğretmiş olmasını çok güzel açıklıyor. Tek tek adını öğretmekten ziyade o eşyaların o varlığın kavramsal olarak anlamını öğretmiştir der. Yani bir kavramı bir eşyayı bir kişiyi neyse nasıl tanımlarsanız ona göre şekil alır. Sandalye dersen oturursun, odun dersen yakarsın. Tanımladığınız kavramlarla o şeye ona göre müdahale edersiniz. Bu çok önemlidir.  Bu nedenle aydın dersen farklı olur, âlim dersen sendeki çağrışımı farklı olur. Anlamları daraltmamak, indirgememek lazım. Mesela öğrenci ve talebe ikisi aynı kavramlar değil. Taharet dediğimiz, hijyen değildir. Bugün tahareti sadece hijyen olarak alabilir misiniz? Alamazsınız, onun anlam ve değer dünyasıyla hijyenin anlam ve değer dünyası birbirinden çok farklı şeylerdir. Kendi kavramlarımızla kendi dünyamızla düşüncemiz, duygularımız, kültürümüz, bu şekilde oluşursa bunun sonuçları da bize ait olur. Ben kendi kelimelerimize, kavramlarımıza ve bunların anlam dünyalarına sahip çıkmayı önerebilirim.

 

A. ÇELİK & A.TUĞLUCA: Bu güzel sohbet için teşekkür ederiz hocam.

 

 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum