MEHMET AKİF VE HALKALI ZİRAAT MEKTEBİ

Edebiyat tarihlerimiz binlerce yazarın, sanatçının ve düşünce insanının hayatı ve sanatı hakkında bilgilerle doludur. Bunlar arasında çok az sanatkâr ve fikir adamının düşüncesi ile kişiliğinin örtüştüğü gözlenmektedir. Pek çok insanın hatta lider konumunda bulunan şahsiyetlerin bile sözleri ve davranışları arasında tezat olduğunu biliriz.

 

 Mehmet Akif Ersoy"u  rahmetle anarken özü ile sözü bir, söyledikleri ile yaptığı bir olan, kısacası hayatında tezat bulunmayan ve herkes tarafından gıptayla bakılan İstiklal Marşı şairimizin kamuoyunca fazlaca ön plana çıkarılmayan bir yönünü ifade etmeye çalışacağım.

 

 Ölümünün üzerinden tam 72 yıl geçmiş. Onun fikirleri ile binlerce gencimiz Asım"ın nesli olma yolunda ilerlerken, Asım"ın nesli olma çabasındaki dünün gençlerinin bugün kendi Asımlarını yetiştirme gayretlerini de görüyoruz.

 

M.Akif hakkında çok şeyler yazıldı, söylendi. Şahsiyeti,  eserleri ve düşünceleri tartışıldı, yazıldı, çizildi ve konuşuldu. Hakkında yüzlerce araştırma ve ciltler dolusu kitaplar yayınlandı. Ancak hala eserleri ile binlerin kalbinde yer bulan Mehmet Akif"in veteriner hekimliği daha da açık ifade ile belirtecek olursak baytarlığı üzerinde hiç durulmaz. Sadece İstanbul Halkalı Baytar Mektebi"nde okuduğu ve aynı okulda daha sonra öğretmenlik yaptığı birkaç cümle ile söylenir ve yazılır. Bunun sebebi Akif"in okulla ilgili hatıralarının azlığı olsa gerek. Aralıksız yirmi yıla yakın veteriner hekim olarak devletine hizmet eden Akif, istifa yoluyla görevinden ayrıldığında Veteriner İşleri Genel Müdür Yardımcılığı görevindeydi. İstifa nedeni ise tamamen mesleki endişeden kaynaklanıyordu.

 

                Mehmet Akif, ilk sivil veteriner okulunun ilk mezunuydu. Bu ilk mezuniyet daha sonra onun meslek hayatında başka ilklere de imza atmasının nedeniydi. Mesela 1908 de kurulan ilk veteriner derneği  “Osmanlı Cemiyet-i İlmiye-i Baytariyesi” nin kurucusu, yine ilk veteriner dergilerinden biri olan “Mecmua-i Fünun-u Baytariye”nin yayın kurulu üyeliği görevinde bulunmuştur.

 

                Peki, onun yetişmesinde çok önemli görev üstlenen bu tarihi okulun kapılarını biraz aralayıp baksak nasıl olur acaba?

 

HALKALI ZİRAAT OKULU

 

 1847 de İstanbul"da açılan öğretim kurumu, Osmanlıların ilk mesleki ve teknik öğretim kurumu Ziraat Talimhanesinin devamı olarak, tarım alanında idadi sonrası öğretim vermek üzere kurulmuştur. Tanzimat sonrasında, Basmahane-i Hümayun adıyla Yedikule"de kurulacak dokuma fabrikasına nitelikli eleman sağlamak ve pamuk üretimini geliştirmek amacıyla Ziraat Talimhanesi adıyla uygulamalı bir tarım okulu açıldı. Meclis-i Vâlâ"nın 25 Ocak 1847de Takvim-i Vekayi"de yayımlanan kararına göre Uzunköprü Çayırı ile Demirkapı arazisi de uygulama çiftliği olacaktı. 1850 de Nafıa Nezaretine bağlanan okulun öğrenci kadrosu, başlangıçta 10 Müslüman ve 10 Hıristiyan olmak üzere Mekteb-i Tıbbiye den nakledilen 20 öğrenci ile dışarıdan alınan 27 öğrenciden oluşuyordu. Okulda aritmetik, coğrafya, geometri, fizik gibi kuramsal derslerin yanı sıra yol ve köprü yapımı, bahçıvanlık, şekercilik, ipekböcekçiliği, merinos koyunculuğu gibi uygulamalı dersler de veriliyordu. Ama kuramsal derslerin yetersizliği ve disiplinsizlik gibi gerekçelerle talimhane çok kısa süre sonra kapatıldı.

Okulu yeniden öğretime açma girişimleri 1870 lerin sonunda Ahmet Cevdet Paşanın Ziraat Nazırlığı döneminde başladı. Ama okul ancak 1884 te Suphi Paşanın Nazırlığı sırasında yeniden açılabildi. Halkalıdaki Hurşid Paşa Çiftliği satın alındıktan sonra okul yapıları 1889 da tamamlandı. 1891de Mülkiye Baytar İdadisi mezunlarından 19 öğrenci yatılı olarak okula alındı. Okul, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi adıyla 1892 de öğretime başladı. Baytar Mektebi 1895 te buradan ayrılarak kadırgaya taşındı. 1914 e değin her yıl 20-30 dolayında mezun veren dört yıllık Halkalı Ziraat Mektebinde ayrıca ormancılık da okutuluyordu. II. Meşrutiyetin ilanından sonra, okulu başarıyla bitirenler arasından seçilenler uzmanlık öğrenimi için Avrupa ülkelerine gönderildi. Okul I. Dünya Savaşı sırasında uzun süre öğretimini durdurdu. Ama kıtlık ve tarımsal ürün yetersizliği büyük boyutlara ulaşınca savaşın sonuna doğru yeniden açıldı. 1919 da bir kez daha kapanan okul bundan sonra düzenli öğretime ancak 1930 da başlayabildi. 1933 de Ankara"da Ziraat Fakültesinin açılması üzerine Ziraat Meslek Lisesine dönüştürüldü.

 

 

Halkalı Tarım Meslek Lisesi ve üzerindeki arazi zaman zaman İstanbul"daki arsa sıkıntılarından dolayı başta belediyeler olmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarının iştahını kabartmaya devam etmektedir. Ancak yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi tarihi misyonundan dolayı buna kimse cesaret edememektedir.  Son yıllarda yine Tarım ve Köyişleri Bakanlığı"nın önderliği ile Mehmet Akif"e saygının bir örneği olarak Tarım Müzesi çalışmaları başlatılmış ancak bugüne kadar hiçbir şey yapılmadığı da bir gerçektir.

 

Cumhuriyet öncesi ve sonrası tarım alet ve makineleri ile tarım kültürümüzü yansıtan tüm belge, resim, fotoğraf, el sanatları gibi materyaller ile ziraat sanatlarının gelişimini yansıtacak malzemeler, toplumumuzun tarih boyu geliştirdiği çadır, hayvan barınakları, ev ve bölümleri, çiftlik modelleriyle, ziraat tekniklerinin gelişimi sürecini yansıtması düşünülen müzenin kurulması çalışmaları ne yazık yarım bırakılmıştır. Hâlbuki böylesi güzel bir çalışma neticelendirilmiş olsa Türkiye"de değişik kültür unsurlarına yönelik olarak kurulmuş birçok müze gibi, bugüne kadar tarım tarihimizi daha yakından tanımamıza ve gençlerimizin tarih bilincine katkı sağlaması yoluna gidilmiş olurdu.

 

Mehmet Akif"in 63 yıllık hayatında gençlik ve olgunluk dönemlerinde ülkemizde tarım ve hayvancılık meseleleri ön plandaydı. O da tarımda, sadece maddi değil manevi gelişmenin de gerekli olduğunun altını çizmiştir. Mehmet Akif"i çok iyi tahlil eden birçok kalem erbabı olmuştur. Bunlardan biri de “İslamcı Bir Şairin Romanı” isimli eserinde Emin Erişirgil şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır:

“Doğrusu Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisi"nin memlekete hiçbir yararı olmasaydı da, sadece Mehmet Akif oradan çıkmış bulunsaydı, yine bu müessesenin iftihara hakkı olurdu.”

 

 

 

 

 

HALKALI HATIRALARI ( * )

 

HASTA

 

Taşkasap" ta gideceğimiz kimse yoktu; Akif"le böyle bazı akşam sırf Taşkasap"a gidiyorduk: Beraber yürümek için. Bir akşam yine birlikte giderken “Hasta” nın aslını merak ettim; Akif"e sordum.

 

-Halkalı ziraat mektebinde, dedi, cenup vilayetlerinden gelmiş bir çocuk vardı: Ahmet… “Hasta”, bu Ahmet"ti.

 

Ve Akif Halkalı Ziraat Mektebinde edebiyat hocası iken bu Ahmet, Akif"in talebesindendi; İstanbul"un rutubetli ikliminde verem olmuştu.

 

Fakat manzumede vaka bu kadar basit değil. Akif “Hasta” yı yazarken, hekime:

 

Bence doktor onu siz bir soyarak dinleyiniz!

Diyor ve ilave ediyor:

Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz,

Sad bir nezle-i sadriye mi illet? Nerde!

Çocuğun hali fenalaştı şu son günlerde.

 

Bu ta"rizdi. “Hasta” şiirini daha ilk dinlediğim zaman ilk mısra"ın bu zehrine dikkat etmiştim. Demek ki hekim “Hasta”yı o zamana kadar soymadan dinlemişti, mesela ceket ile; kim bilir, belki de mesela kaputuyla!... Yatı mekteplerindeki umumi ve resmi merhametlerin yüzüne karşı bu mısra ne acı sayhaydı. Üçüncü mısrada da şu acı hakikat duruyordu: Hekim “Verem”i göğüs nezlesi sanmıştı!

 

Fakat Taskasap"a giderken Akif bunları bana hiç anlatmıyordu. İçimden: “Galiba bu mısralara bu zehirleri san"at diye sokmuş” dedim. Ve şiirin vakasına merak etmeyi esere hürmetsizlik bilerek kendisine mevzuyu fazla sormadım.

 

Sonra Şefik"ten öğreniyorum: Sanat sandığım bu zehirler hiç de öyle değilmiş:

 

Ahmet"in verem olduğuna mektepte inanmıyorlar: “Bir defa verem olduğunu kendisi söylüyor; sonra da çocuk değil mi, üzeniyor!” Ve mektebin hekimleri Ahmedin vehmini tedavi ediyorlar. Doktorların inanmadıkları verem hastalığı Ahmed"i her gün öldürmekte devam ediyor; fakat hekimler musır: Ahmet vehimden zayıflıyor. Vehmin de ilacı olmadığı için “Evham getiren” çocuğu “telkin”le iyi etmeye karar veriyorlar. Leblebi unundan haplar yaptırarak Ahmed" e tembih ediyorlar, her gün bunlardan 4 tane alacak, 15 gün sonra kendisine bir fenalık gelecek o gün ya kurtulacak ya ölecek. Hakikaten on beşinci gece fenalaşıyor; fakat zavallı Ahmet seviniyor, çünkü ölmüyor!

 

Yalnız verem o kadar geç teşhis ediliyor ki Ahmet nihayet ölüyor.

 

Otur oğlum, seni dikkatlice bir dinleyelim.

Soyun evvelce fakat

                      -  Siz soyunuz yok halim!

Soydu biçareyi on beş kişi birden, o zaman

Aldı bir heykeli uryan-ı sefalet meydan!

Bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti

Yoktu, zannınca tabibin coşarak merhameti,

“Bakmasak hastayı nevmid ederiz belki.” diye;

Çocuğun göğsüne yaklaştı biraz dinlemeye.

 

Hastanın ancak kemik haline geldikten sonra soyularak bakılması, bu kemik yığınının dinlenecek bir ciheti olmaması - “cihet” kelimesinin buradaki acı güzelliği!- sonra hekimin merhametinin coşması… Bütün bu acı istihzalar yukarıda dinlediğim vakanın doğruluğundan alınmış zehirlerdir.

 

Akif bana iki defa ağladığını söyledi: Bir bu çocuğu yazarken; bir de “Süleymaniye Kürsüsünde”,  inkıraz tasvir ederken.

 

 

MEKTEP ARKADAŞININ ÇOCUKLARI

 

Baytar mektebindeyken sınıf arkadaşı Hasan Efendi"yle Akif o kadar dosttu ki birbirlerine söz veriyorlardı, ileride çoluk çocuk sahibi olurlarsa, ölenin çocuklarına kalan bakacaktı.

 

Bunu bana anlattığı sıralarda Akif genç ve Hasan Efendi, yaşlı olmakla beraber dinçti: Baytar mektebindeki bu fazilet mukavelesinin tatbikine çok vakit vardı. İçimden güldüm. Kendi kendime düşünüyordum: “Mektepteyken insanlar, umumen, seciye kahramanıdırlar; fakat yaş ilerleyip de insan hayata karışınca..”

 

Akif:

-Ne düşünüyorsun? dedi.

-Hiç, dedim.

 

Aradan yıllar geçti. Meşrutiyette, Ziraat Nazırı Baytar Müdürü Umumisi Abdullah"ı, derecesini indirerek başka yere kaldırdı. Akif onun muaviniydi; öfkeleniyordu: “Abdullah Bey Mon Pelyede ziraat okumuştu. Ona karşı bu haksızlık reva mıydı?” Bu öfke o kadar şiddetliydi ki, anlıyordum, kendine ait olmayan bu haksızlıktan Akif kendi aleyhine bir netice çıkaracaktı. Nasıl ki, ertesi gün, Ziraat Nezaretindeki memuriyetinden istifa etti.

 

Beylerbeyindeki evinde kendi yağıyla kavruluyordu. O sırada, ona her Cuma, sabahtan gidiyordum: Kitap okuyorduk. Sabahtan gittiğim için de öğle yemeklerine ondaydım. “İstifa” dan sonra mazeretler bularak yemeklerden sonra gitmeye başladım: Evin ıstırabı o derece belliydi.

 

Bir Cuma Akif"in evinde sekiz çocuk buldum? Teker teker çok sevimli olan çocuklar bir araya gelince ne manzara alırlar, malumdur. Evde sekiz kişilik bir kıyamet kopuyordu. Akif"in beş çocuğuna katılan bu üç çocuğun komşudan gelmiş ufak misafirler olduğunu zannettim ve ertesi Cuma bu çocuk gürültüsüyle artık karşılaşmam sandım.

 

Fakat her Cuma sekiz çocukla sofrada aynı kıyamet kopuyordu. Akif de buna katlanıyordu: Bu üç çocuğun gelişi, Akif"in çocuklarına da fazla hürriyet vermişti.

 

Bir Cuma, sofrada, çocuklardan birinin yanağını, hıncımdan çimdikler gibi sıkarak, Akif"e sordum:

 

-Kim bu yavrular?

Akif cevap vermedi.

 

Odaya girince, bu üç ıstırabını, bu misafir çocuklarını Akif"e takılarak tebrik ettim. Akif"in yüzü değişti:

 

- Misafir çocukları değil, benim çocuklarım! dedi.

 

Üç beş haftada üç çocuğu nasıl olurdu?

 

- Hasan Efendi öldü de…

 

Dedi; ve bu çocuklar, kim evvel ölürse hayatta olanın bakacağı çocuklardı, rahmetli Hasan Efendinin çocukları.

 

Fakat Akif bu çocuklardan daha güzeldi: Mektepte verdiği sözü hala unutmayan bir çocuk.

 

 (*)  Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Akif, Timaş Yayınları, İstanbul, 1997

Bu yazı toplam 908 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar