ONU HEP HATIRLIYORUZ

ŞEVKET TANDOĞAN

 

 

 

 

        16 Eylül Pazar günü, Süleyman Efendi Hazretlerinin irtihalinin 53. Sene-i devriyesidir. Son devrin büyük âlimi, müceddid  mürşid Üstadımızı rahmetle, minnetle yâd ederken, Mevlâdan  şefaatlerine nâil kılmasını dilerim.

          Hazret-i Üstazı anmak ve hayat felsefesini anlatmak için; son Osmanlı ulemâsından, Kur’an-ı Kerim meâli ve Sahih-i Müslim tercümesi sahibi, merhum Ahmet Davutoğlu tarafından kaleme alınan ve 20.9.1978 tarihli UFUK gazetesinde, vefatının 19. Senesi dolayısıyla yayınlanan bir makaleyi aynen iktibas ediyorum:

          TALEBEYE VERDİĞİ DEĞER

          Merhumu, 1942 yılında tanıdım. Mısır’dan tahsilden dönüyordum İstanbul’a bazı selâmlar getirmiştim. Bu münasebetle bir hafta kadar İstanbul’da kaldım. Elmalı merhum Muhammed Hamdi Yazar’ı ziyaret etmiş getirdiğim selâmları söylemiştim. Ben onun yanından çıktıktan sonra Süleyman Efendi gelmiş onu ziyaret etmiş benim getirdiğim selâmlardan pek mahzuz olan merhum Hamdi Efendi beni kendisine söylemiş hangi otelde kaldığımı da Süleyman Efendiye bildirmiş…

          Süleyman Efendi merhum Hamdi Efendinin yanından çıkınca hemen beni aramaya koyulmuş. Benim kaldığım otele üç defa gelmiş fakat beni bulamamış. Ben ise bu arada otelci ile beyannâme peşindeydim. O devirde beyannâme verilmedikçe hiçbir yere ne gidiliyor ne de ekmek alınabiliyordu.. Hatta bir gün aç gezdim ve nihayet beyannâme verip işi düzelttik. Otelci bir gün “Seni bir hemşehrin aradı (ben kendisini üç defa gelip aramama rağmen bulamadım, Yenicamie köprü başına gelsin) dedi” diye söyledi. Hemen koştum, Yeni Camie geldiğimde beni kimin aradığını da tabi bilmiyordum. Camide beni arayan o zatı arıyorum. Merhum Caminin müezzin ve kayyumlarına tâlimat vermiş. Beni görünce müezzin ve kayyumlar hemen yanıma koştular. Ecnebi olup olmadığımı sordular ve içeri aldılar. Efendi Hazretleri müezzinlere mahsus olan yerde oturuyorlarmış, selâm verip elini öptükten sonra, “oğlum gel şuraya otur bakalım ne sen beni tanırsın ne de ben seni tanırım şimdi tanışacağız.” Diye söze başladı. Kendisinin kim olduğunu bana güzelce anlattı. Meğer Deliorman’dan “Ferhatlar” denilen köydenmiş, komşumuzmuş… Balkan harbinden önce Türkiye’ye gelmiş, sair arkadaşları Bulgaristan’a dönmüşler, o dönmemiş, burada icra-i vazife eylemekteymiş…

          Süleyman Efendi merhum beni yanına aldı. Bazı yerlere götürdü. Konyalı’nın lezzet Lokantasına gittik. Orada beraberce yemek yedikten sonra “Konyalı’ya dönerek, bu misafir bir ay burada benim hesabıma yemek yiyecek, benim hesabıma kaydediverin, parasını ben veririm.” Dedi. Merhum Konyalı’ya dönerek, “bu misafir, burası pek belli olmaz” diyerek baş garsonu çağırdı ve beni tanımasını ve para alınmamasını tenbih etti. Ben bundan çok utandım ve çok sıkıldım, halbuki iki gün sonra yolculuk vardı, bunu söyleyemedim, oradan çıktık…

          Süleyman Hilmi Tunahan merhumla birlikte bir yere otururken, “Oğlum burada kalmaya niyetin varsa vazife hazır, okumaya devam etmek istersen üniversiteye veririz, Paris’e gitmek istersen seni oraya dahi göndeririz” dedi. Ben kendisine şu mukabelede bulunabildim: “Efendi Hazretleri bizi fakirliğimize bakmayarak hizmetimize güvenerek okumaya gönderdiler, başka hiçbir teminat istemediler. Bunu suistimal etmemiş olmak için vatana bir dönelim. Mukadderse yine gelir ellerinizi öperiz” dedim. Bundan memnun kaldılar. Gideceğim gün kendisine “Allah’a ısmarladık” dedim. Hayli hasenatta bulundu. Paramın olup olmadığını sordu. Yol paramın olduğunu arzettim. Bununla yetinmedi birçok hediyeler verdi, kitaplar verdi. “Babaeski’de paran biterse şu adresten isteyiver, Edirne’de paran biterse falan adresten alıver” diye tenbihlerde bulundu. Yollarda birçok zahmetler çeke-çeke Bulgaristan’a gittik…

          Bulgaristan’da yedibuçuk sene kadar karınca kaderince vazife gördükten ve mukadder olan zulümleri gördükten sonra nihayet binbir müşkilâtla iğne deliğinden geçercesine hicret ettim ve Türkiye’ye geldim.

          Hemen Efendi Hazretlerini bulup görüştüm, cebinden çıkarıp bana 10 lira verdi. Hiçbir şey diyemedim fakat çok memnun kaldım. Sonraki aralıklı görüşmelerimde de ihsanda bulundu. Bir ara bana dedi ki: “Eşyan geldiği zaman nakliye parasını ben veririm, beni buluver”  Hakikaten eşyam geldiği zaman cebimde on para yoktu. Efendi Hazretlerini Şehzâdebaşı’nda ders okuturken buldum. Heyeti bozmadan “niye geldiğimi” sordu. “Eşyam gelmiş” deyince çıkardı bana 50 lira verdi. “Yeter mi” diye sordu. Ben de “Yeter Efendim” dedim. Eşyamı koyacak bir yer de olmadığı için yine Hoca Efendi Hazretlerinin gösterdiği bir haneye yerleştim. Eşyam orada tam birbuçuk sene durdu…

          Vefatında İstanbul’da idim. Fatih Camiine getirileceğini duyar-duymaz hemen Fatih Camiine koştuk. Fakat cenazenin Fatih Camiine getirilmesine o günkü hükümet müsaade etmedi. Yolda cenaze çevrilerek Karacaahmed’e gönderildi. Fatihteki o mahşeri kalabalık da öylece hal-i intizarda kala-kaldı

          Nev-i şahsına mahsus olmak üzere yalnız onun yapabileceğine, bir eşi daha bulunmadığına ve bulunamıyacağına kânîyim. O nâmüsait şartlar altında birçok talebe yetiştirmek, bunlara hem Kur’an-ı Kerimi, hem ulûm-u diniyyei, hem bunlara vasıta olan âletleri öğretebilmek kolay iş değildir. Büyük, çok büyük yiğitlik ister. İşte bu mertlik ve yiğitlik yalnız onda vardı Allah rahmet eylesin…

          Onun bütün bu gayretlerine rağmen bugün Türk İslâm cemaatının ne durumda olduğunu görüyorsunuz. Ya onun gayretleri ve yetiştirdiği talebeleri olmasa idi halimiz nice olurdu. Allah razı olsun o devirde bir çok talebe yetiştirmiş, ücra köylere göndermiş, Müslümanları dinlerinden haberdar etmiştir. Küfre saplanmamalarını ancak o aşılayabilmiştir. Başkasını ben bilmiyorum.

          Hepsi Ehl-i sünnete son derece bağlıdırlar. Bunun üzerine titremektedirler. Süleyman Efendinin yaptığı hizmetler çok büyüktür. Bunu inkâr etmek, küçümsemek ve çeşitli sebepler bularak onlara saldırmak nankörlüktür…