NAMERT İPİYLE KUYUYA İNİLMEZ

NEVZAT LALELİ

Nereye gidiyoruz yazı serisi                                                       

Namert… Mert kelimesinin olumsuz yapılmış halidir. “La veya Na” heceleri bir kelimenin başına gelirse o kelimenin kendisi olumlu olduğu halde onu olumsuz yaparlar. Burada “mert” kelimesi, sözüne ve dolayısıyla kendisine güvenilen, ahdine (verdiği söze) sadık olan insan demektir. Namert, kelimesi ise bunun tam tersi bir mana verir ki, sözüne de, kendisine de güvenilmeyen, asla sözünde durmayan insanı tarif eder.

Kuyu, her türlü darlık ve sıkıntının bir remzi, bir işaretidir.

İp ise sizi tuzağa düşürebilmek için ortaya atılan küçük bir takım çıkarlardır. Hani balığı yakalayabilmek için oltanın ucuna küçük bir solucanı yem diye takarlar ya, işte onun gibi bir şey. Siz o küçük şeye tamah edersiniz (kuvvetli istek duymak) ve o şeyi almak için hamle yaparsınız ya, o hamle aynı zamanda sizin tuzağa düşmeniz, kuyunun dibinde kalmanıza sebep olur, demektir.

Atalarımız, bu güzel sözleriyle bizim dikkatimizi, önce size uzatılan ipe, gösterilen küçük menfaate (çıkara) değil, o ipi size uzatan insanın durumunu incelemeye çağırmaktadır.  Eğer bu adam daha önceleri “söz vermiş ve sözünde durmamışsa, aldığı emanete ihanet etmişse ve konuştuğu zaman yalan söylemişse” işte o adama kesinlikle itimat edilmez (güvenilmez) demektedir.

DEYİMİN ULAŞTIĞI MANA

Suriye’de yaşanan insanlık dışı olaylar (ki kimyasal silahı kullanan İsrail’dir de denmektedir) bir yıl gibi uzun zaman bitmek bilmeyen terör katliamlar, birçok insanın canından, ırzında, malından olması, birçok insanın da mülteci (sığınmacı) olarak başka ülkelere kaçması neticesini doğurmuştur.

Başta Cumhur Başkanı Abdullah Gül ve diğer yetkililer olmak üzere “Suriye’ye Birleşmiş Milletlerin müdahale etmesi gerektiğini, Türkiye’nin de bu müdahaleye hazır olduğunu beyan etmiş olmaları basında çıkan haberlerdendir.

Evet, belki bir müdahale yapılmalı, ama bu, bizi her seferinde “kazığa oturtan” Batı ile birlikte mi yapılmalıdır.

Körfez savaşı sırasında o zamanın Başbakanı ve/veya Cumhur Başkanı Turgut Özal’ın, “Bir koyup beş alacağız” mantığıyla Batılılara yapmış olduğu destek ve yardımdan büyük bir hüsranla ve zararla eli boş çıktık.  Bizi Irak petrollerinin semtine bile uğratmadıkları gibi Irak’a sokmadılar bile…

Hala bizim dost diye takdim ettiğimiz, AB’ye girebilmek için çırpınıp durduğumuz, bu uğurda Bakanlık kurduğumuz, bu bakanlığa başta bir Bakan sonra yüzlerce kadro tahsis ettiğimiz ve bunlara; “Sizin işiniz gücünüz, ülkemizi AB (Avrupa Birliği) ne sokmaya çalışmak” dediğimiz, ama bunların bizim yüzümüze bile bakmadıkları açıktır.

Daha dün Çanakkale’de bu BM’ler dediklerimiz, “yedi düvel” olarak karşımıza gelmiş, bizim 250 binden fazla askerimizi şehit ederek Anadolu’yu işgal etmek istemişlerdir. Bu acımızı ne kadar çabuk unuttuk.

Bunlar, “İttihat ve Terakki (Birlik ve kalkınma) hükümetine” imzalattıklar Sevr anlaşmasına göre yurdumuzu aralarında yaylaştıklarını, ancak Padişahın bunu imzalamaması sebebiyle bu anlaşmanın yürürlüğe girmediğini neden unuttuk, acaba…

Daha dün denilecek kadar yakın bir zamanda, (30 yıl kadar önce) Bosna Srebzenika’da 1800 Müslüman Boşnak, Birleşmiş Milletlerin Hollandalı askerlerine “Burası güvenli bölgedir” sözlerine güvenerek silahlarını teslim ettiklerini ama Sırpların, Hollandalı askerlerin gözleri önünde bu insanları kurşuna dizdiklerini ne çabuk unuttuk.

Bu yüzümüze gülen, ama arkamızdan bizi hançerleyen Batılılardan “Sözde Ermeni katliamını” meclisinden geçirmeyen ve bizi mahkûm etmeyen bir ülke kaldı mı, acaba?

KIBRIS’A NASIL MÜDAHALE EDİLDİ

Biz, daha dün denecek kadar yakın (1974) tarihte Kıbrıs’a müdahale yaptık. Ve Allah’ın izniyle Kıbrıs’ın yarısını Papaz Makarios’un katliamlarından kurtararak güvenli bir bölge yaptık. Ama dikkat ederseniz o esnada;

-          Hükümetimizin müdahale kararının alınmasını ve uygulanmasını adım adım takip eden bir Selamet Partisi yani bir Prof. Necmettin Erbakan vardı.

-          Uluslararası anlaşmalara göre Türkiye, Kıbrıs’ta garantör bir devletti.

-          Bu müdahalede her hangi bir Batılı ülkenin ne fikri soruldu, ne de onlardan yardım istendi. Her ne kadar Başbakan Ecevit, Oğuzhan beyle birlikte İngiltere’ye Kalahan’la görüşmeye gittilerse de oradan olumsuz bir cevap alacakları belliydi.

-          Ayrıca bütün Batı âlemi oyalandı ve uyandıkları zaman ise Türkiye Kıbrıs’a müdahaleyi çoktan gerçekleştirmişti.

O günkü Hükümetin elinde, ülke dışına asker sevki için “Kanun kuvvetinde kararname çıkarma yetkisi” olduğu ve Hükümet bu kararnameye göre asker sevkiyatına başladığı halde, TBMM’ne de bir tezkere göndererek, “Ülke dışına asker sevkiyatı için yetki kanunu” çıkarması talebinde bulundu.

Meclis müzakereleri günlerce sürdü, gizli ve açık oturumlar yapıldı. Batılılar, bu kanun çıkacak da ondan sonra Türkiye Kıbrıs’a asker çıkaracak zannediyordu. Bir gün bütün radyo ve televizyonlar, “Türkiye’nin adaya asker çıkardığını duyuruverdiler” ve tabii hepsi şoke oldular.

İslam ülkelerinde kan gövdeyi götürürken bir türlü toplanamayan BM Güvenlik konseyi, iş Kıbrıs Rumları olunca 6 saat gibi kısa zamanda toplanarak, “Kıbrıs’ta ateş kes” kararı aldı ve bizim ateş kesmemizi istedi.

            Bir iş yapılacaksa bunun her yönü düşünülmeli, BM’lerle birlikte de olsa girdiğimiz Suriye’de kabak bizim başımızda patlamasa…

Ama korkarım ki, “Kılavuzu karga olanın, burnu pislikten kurtulmayacaktır.”