Kahireli Merve, Rizeli Arzu, Sivaslı Mikail, Nevşehirli Ufuk…

Tarık Sezai Karatepe

 

 

Avrupa hasta, Avrupa aç biilaç, Avrupa yorgun girmişti, yeni yüzyıla. ‘Hasta adam’ ise henüz ayakta, morali sağlam, inancı kuvvetliydi.

Lavrens Kahire’de, Gökalp Istanbul’da birliğin temellerine dinamit koyuyor, suret-i hak’tan görünerek vahdeti bozuyordu.

Avrupa, Uhud’da mağlupken geri dönen müşrik orduları gibi, Pay-i Taht’ı çepeçevre kuşatmıştı. Milletin dişinden tırnağından artırdığıyla palazlanmış rütbeli, düşmanla uğraşmayı bırakmış, halkın ensesinde boza pişiriyor….

Cephede kazanan, masada kaybediyordu. Hem oluk oluk kan dökmek, hem kıta kıta toprak yitirmek nasıl bir şeydi?

Hem düşmanı püskürtmek, hem de gafil avlanmak! Olur şey değildi. Oldu.

Altın tepside sunulan bir fırsattı, Çörçil’in kucağında bulduğu. ‘Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün vatan’ son darbeyi indirmeliydi; Anadolu’ya, Afrika’ya, Asya’ya…

…………

‘Eski Kıta’ Avrupa toparlanıyor, başaklar boy veriyor, ham gelen mamul gidiyor, tezgahlar yağlandıkça neşe saçıyordu.

Sanayici paraya para demiyor; frank, sterlin, mark… diyordu. Yaşlı kıta keyif çatacak, genç dünya ağzı açık bakacaktı.

Yalnız bir sorun vardı! Orta kuşak yaşlanınca makinayı kim çevirecekti? Çözüm hazırdı. Kahire’nin, Gazze’nin, Yozgat’ın, Diyarbakır’ın, Ardahan’ın, Bağdat’ın civanları ne güne duruyordu!

Modern tarıma geçemeyen başkentler, icazetli idareciler, sanayiye kör hükümetler, cuntayı alkışlayan meclisler, halkına sağır bürokrasiler, petrolünü Teksas’a peşkeş çeken ağalar, petrol kuyusunu  betonla kapatan ‘solomonlar’, milyonları koca bir coğrafyaya çok görmüştü.

……….

Frankfurt garı, Hamburg limanı, Lyon havaalanı… ilk yolcularını karşıladığında, kilise, Tebük’ten bu yana harb ettiği bir ümmetin çocuklarından alacağı intikamın hazırlığı içindeydi.

Az maaş, çok işti planladığı. En pis işler, en kötü evler. Daha kolay alay etsin, diye de dil öğrenmeye fırsat kalmasın. Suratına suratına sövsün, hem de gülsün ardından.

‘Haym’larda kalsınlar, ‘turist’ gelenler beş parasız sınır dışı edilsinler, bunu bildikleri için de her işe razı olsunlar.

…………

Arap mahallelerinde Abdussamed’den Kur’an yükseliyor, dengbejler Ahmed-i Hani’den Kırmance mevlid okuyorlar, Türk sokaklarında minareler boy veriyordu.

Dayanamayıp dönenler, hastalanıp ölenler, yeni yeni gelenler… birbirini izliyordu.

Bilinçaltı duygular depreşti ve Avrupalının beklemediği bir şey oldu, sonunda:

Dükkan açan Karaçili, öğretmen çıkan Dakkalı, madenci Buharalı, polis olan Rabatlı…

Rizeli, işçisi olduğu fabrikanın patronuydu artık. Sivaslının ‘üç kuruş’a eyvallahı yoktu.

Nevşehirli, yor yoksul yerli(!)nin hamisiydi. Çünkü  ‘Güçlü mü’min, zayıf mü’minden hayırlı’ydı.

Fincancı katırları ürkmesin de ne yapsındı? Önü alınabilir miydi, Faslı bir gencin intikamı için on bin araç yakan, yüzlercesi kodesi boylayan Kuzey Afrikalının?

On ikisinde evini terk-i diyar eyleyen Fransız kızına inat, tesettürüne sıkı sıkı sarılmış çağın Sümeyyelerine engel çıkarmak(!) vız gelirdi.

Londra’da mahkemelere gitmeyip, ‘Biz kuyrukludan adalet mi bekleyeceğiz, ombudsmansa ombudsman. Biz çözeriz derdimizi!’ diyen adaletin elçisi, uykularını kaçırıyormuş.

Oysa sosyal proje hazırdı: Hepsi bozulacak, ‘tevhid’ yerine ‘teslis’ diyeceklerdi. O dediği evdeki hesaptı!

Brüksel’de belediye reisi, Köln’de milletvekili, Zürih’te encümen…

İşin tadı kaçmıştı. Nokta atışları yapılmalı, sinmeliydi üçüncü kuşak. Ne var ki, ‘toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez’di.

………….

Hitler artığı kiralık katil, Merve’yi, hem de Dresden adaletinin(!) karşısında iki canlıyken Kutlu Yol’a uğurluyor…

İki yüz çocuğun hamisi, ‘Komşunu ziyaret et!’ projesinin banisi Arzu, şehadetiyle, binlerin şehadetine vesile oluyor… Hem şehit oluyor, hem şahit tutuyordu.

Seksenindeki Belçikalı acuzeyi yangından aldığı için işkenceyle ödüllendirilen(!) Mikail, şimdi anılarda yaşayacak. Lakin, Ruanda soykırımcısı Belçika güvenliği(!) korkunun ecele faydası olmadığını pek yakında anlayacak.

‘Zulmedenler, nasıl bir yıkılışla yıkıldıklarını yakında göreceklerdir.’

Temizlik şirketi işleten Ufuk, Hollandalıya ’insan nasıl olmalı?’yı öğretmişken, asıl temizliğe gönüllerin ihtiyacı vardı. İşi temiz, ruhu temiz, adı temiz Ufuk, ‘Temizlenenlerin Yurdu’na dualarla…

 “Ufkun açık olsun!”

………….

Avrupa Avrupa! Yaşlandın bak! Üstelik yalnızsın da. Yalnız ve korkak. Adı konulmamış cinayetlerin yurdusun. Yeni yeni hastalıklar senden çıkıyor. Dermansız ilaçlar dolduruyor, raflarını.

‘Tek dişi kalmış canavar’ senden çıktı. Sensin, emanete sahip çıkmayan. Srebrenitsa’da on bini, Sırp’a teslim eden sen. Halepçe’ye hardal gazı yollayan da…

Bir Kanuni çıkar mı azgınlığı yasaklayan, Viyana’yı zorlayan?

Çok yakında, hem de pek yakında yarım kalmış hayaller, süsler limanlarını.

Ziyad’ın Endülüs’te, Fatih’in Toronto’da kırılan kolyesi Zürih’te birleşir bir gün. Alplerden aşar Akıncılar. Kuzeye, en kuzeye yürür; Bosna’nın gücüyle.

Ya bir anlayan çıkar, ya da zorla anlatan!