KADERİMİZ, İRADEMİZ

ŞEVKET TANDOĞAN

 

 

 

İmanın temel esaslarından birisi kader’e inanmaktır. Anlaşılması zor bir konu olan kaza, kader ve irade mes’elesini doğru kavrayamayan veya başka bir ifadeyle hayır ve şerrin Allah’ın takdiri (Kader) olduğunu kabul etmeyen kişi mümin olamaz.

Ezelden ebede kadar kâinattaki bütün mevcûdatın hal ve harekâtının nasıl olacağını önceden, Allah’ın bilip levhi-mahfuza yazmasına KADER, tüm bu mukadderatın vukua gelmesine de KAZA diyoruz. Yâni kâinattaki her şey gizli, ilâhi bir program dâhilindedir.

Kadere böylece inanan kimsede huzur, güven ve teslimiyet vardır. Tabiî ki, zorluklara tehammül gücü ve sabır da ancak kadere inananlarda mevcuttur. Kader konusunda ilmî münakaşalara fazlaca girmeden, Ehl-i sünnet yolunun bu konudaki yerleşik itikat sistemini kısaca belirtmek istiyorum:

Öncelikle İRÂDE-İ CÜZ’İYYE iyi anlaşılmalıdır. Bu irâde Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği mahdut bir salâhiyet ve tercih hakkıdır ve çok önemlidir. Zira insan, irâdesini hayra sarf ederse Mevlâ hayrı, şerre sarf ederse şerri yaratır. Bu itibarla insan, cenneti de, cehennemi de kendi irâdesi ile kazanır. Elbette Hz.Allah dilemezse ve yaratmazsa hiçbir şey olmaz. Allah yaratan, fakat insan hür irâdesiyle isteyen ve yapandır.

İnsana verilen irâde-i cüz’iyye otomobilin direksiyonu gibidir. Şoför direksiyonu ne tarafa çevirirse otomobil o tarafa gider. Dolayısıyla hiçbir şoför, “Ben ne yapabilirim otomobil kendisi o tarafa gitti.” Diyemediği gibi, yanlış yola giden hiç kimse “Ben ne yapayım, Allah böyle dilemiş, böyle yaratmış” deyip mes’ûliyetten kurtulamaz.

Şüphesiz Allah dilemez ve yaratmazsa hiçbir şey vuku bulmaz, ancak insanın iradesi ve çalışması bu yönde olduğu ve bunu Allah (c.c.)önceden bildiği için yazmış ve yaratmıştır. Zaten insanda bu tercih hakkı olmasaydı, Cenâb-ı Hak kuluna imtihan fırsatı vermemiş, onu hayra veya şerre zorlamış olurdu. Halbuki, zorla bir günahı işletip, sonra da cezalandırmaktan Allah (c.c.) münezzehtir.

Bazı kimseler “Sen ne yaparsan yap, Allah dilediğine hidâyeti, dilediğine dalâleti yaratır.” Derler. Bu husustaki âyet-i kerîmeyi yanlış tefsir ederler. Bu düşünce aslâ doğru değildir. Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri söz konusu âyet’i şöyle izah etmiştir: “Allah, hidayeti dileyip-isteyenlere hidâyeti, dalâleti dileyip-isteyenlere de dalâleti halkeder.”

Bazı kimseler de “Ezelde, âlem-i ervah’ta kimilerinin rûhu secde etmiş, kimilerinin etmemiş, işte secde etmeyenler dalâlete sapanlardır.” Derler. Bu da çok yanlıştır. Bu iddia insanın itikadını kökünden sarsar. Zira ezel, itiraz yeri değildir. Orada bütün ruhlar “Elestü birabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, istisnasız “Belâ (Evet Rabbimizsin)” diye ahit verdiler.

Özetlemek istersek: İlim, mâlüma tâbîdir. Cenâb-ı Hakkın ezeldeki takdiri, ilimdir. Bunların vukua gelmesi ise mâlümdur. İnsan melekî ve hayvanî özelliklere müsait olarak yaratılmıştır. Kişi bu kabiliyetini ruh-u melekî yönde kullanırsa, Allah ona yardım eder, onu kolaylaştırır. Yok nefsânî-hayvanî yöne eğilim gösterirse, Allah ona o yolda imkanlar verir.

Mevlâmız, İsra süresi 18-20. Ayetlerde şöyle buyurmaktadır:

“Her kim bu çabucak geçen dünyayı isterse, dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını verir, sonra da onu kınanmış ve mahrum bırakılmış olarak cehenneme sokarız. Kim de âhireti diler ve mümin olarak çalışmasını ona göre yaparsa, işte bunların çalışmaları şükranla karşılanır, makbuldür. Hepsine;dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de Rabbinin ihsanından, ayırt etmeksizin veririz. Rabbinin ihsanı kimseden esirgenmiş değildir.”

HÜDAYA EMANET OLUNUZ.