İSTANBUL’A HANGİ KAPIDAN GİRELİM?

YUSUF BOSTAN

 

 

 

 

“İstanbul eskiden beri Avrupa ve Asya’yı birleştiren büyülü (tılsımlı) ve adeta kutsal bir mühürdür. İstanbul muhakkak dünyanın en güzel yeridir” der, Fransız asıllı bir şair (Gerard De Nerval)

 

Bende derim ki;

 

Bu sözü söyleyen Fransız asıllı şair Resülü Zişan efendimizin doğduğu Kuran-ı Muciz-ül Beyan da geçen şehirlerin anası olarak övülen en kutsal ve ilahi şehir olarak kabul edilen, her vakitte yüzümüzü döndüğümüz mübarek Mekke-i mükerremeyi görseydi ne düşünürdü. Arkasından Medine-i Münevvere’ye varıp esen rüzgarda gül kokusunu alsaydı o zaman dünyanın en güzel şehri dermiydi, İstanbul için. Kanımca “övülmüş ve büyülü bir şehirdir” diye de kısa tutardı cümlesini oraları gördükten sonra. Fransız şaire cevap verdikten sonra da asıl konumuza doğru ilerleyelim.

 

İslam’ın bol olduğu İstanbul da, bu güzel şehre her ne sebeple olursa olsun yolunuz düşerse ilk önce hangi kapıdan içeri gireceğinize çok hem de çok dikkat etmeniz gerekmektedir. Zira bu şehir “Edeb-i, Edebiye” üzerine kurulu bir şehirdir.

 

Büyük ecdadımız ve sultanların sultanı Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri bir sözünde “Lala İstanbul’a her kapıdan girdik ama şu tahta kapıdan içeri giremedik” der o koca sultan. Ebu’l Vefa Hazretlerinin ahşap tahta kapısından mütevelli.

 

Yüce Mevla’m Ebu vefa Hazretlerinin ruhaniyetinden nasiplenmeyi bizlere de nasip etsin.

 

Büyük ecdadımız İstanbul’u fethettikten hemen sonra imar işlerine koyulur. Çok hızlı bir şekilde eski Konstantinopolis’i yani İstanbul’u inşa eder. Hemen arkasına medreseleri, ilim meclislerini çoğaltmak için büyük gayret gösterir. Başarılıda olur, “Zira bir ülkeyi ayakta tutmak ilim meclislerini çoğaltıp alimleri yetiştirmekle olur” der her sözünde.

 

Bu sebepledir ki; Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri alimlere ve Allah Zülcelal Hazretlerinin veli kullarına ayrı bir özen gösterir, kendilerine bizzat hizmet ve hürmet ederdi. İlim öğrenen öğrencilerin bulunduğu meclislere kese kese altın bırakırdı. Alim ve velilerin feyz ve bereketiyle gönlü coşar ve onlara hizmet etmekten pek haz ederdi.

 

Lakin bir gün;


        Zamanın büyük evliyalarından Ebu’l' Vefa Hazretleri'ni ziyaret etmeyi çok arzuladı. Gün geçtikçe onu görmek için mübarek bedeni dayanılmaz bir hal aldı. Yanındaki mahiyetiyle birlikte beklemenin bir anlamı yok diyerek yola revan oldu. Ebu’l Vefa Hazretleri'nin bulunduğu mübarek tekkenin önüne, yani kapısına geldiklerinde, herkese açık olan tahta kapı, bir anda yüzlerine kapanmıştı.

 

Nasıl olur ki, bir sarhoşa dahi açık olan bu tahta kapı, müjdeli bir hadisi şerifin tecellisine mazhar olan zata kapatılmıştı. Sultanların Sultanı Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri mahzun ve hüzünlü bir şekilde geri döndü, rengi soldu, mahzunlaştı, cümleler boğazına dizildi, lakin kimseye bir şey söyleyemedi. "Bu işteki sır nedir?" diye de gönlünden geçirerek geri dönmek zorunda kaldı. Nede olsa gönül kapısından girmek bir şehri zapdetmekden daha zordu.

 

        Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri günler sonra yeniden bedenini ve ruhunu saran   arzuya dayanamayıp yanındaki erkanına “Hadi gidiyoruz Ebu’l Vefa Hazretlerini görmeye” diyerek hazırlanmaları konusunda emir verdi. Mübarek tekkenin kapısına geldiğinde yine aynı manzarayla karşılaştı. Tekkenin ahşap kapısı kapalı, Koca hükümdarın içeriye girmesine müsaade yoktu. Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri bu olay karşısında dehşete kapılarak.


Yanındaki yaverine;


"Kemal-i edeb ile huzûra gir, Anla bu iş neyin nesi? Bu muamma nedir? Bu ne acep bir haldır?" diye sor.


Yaver, o mübarek Ebu’l Vefa Efendi Hazretlerinin huzuruna vararak tek tek padişahın emirlerini iletir.

 

Ebu’l vefa Hazretleri yavere;

 

"Hünkârımızın hassas ve coşkun bir gönlü vardır. Tekkemize girer de bizim âlemimizdeki zevki tadarsa, bir daha ayrılmak istemez ve devletin idaresine dönmez. Lakin bu mülk ve ümmet kendilerine emanettir. Kendisi kadar liyakatli bir kimse gelip o' nun yerini dolduramaz ise, mülk ve ümmet zarar görür. O da, ben de günahkâr oluruz.           Hünkârımız Efendimize bizler buradan dua ve teveccüh halindeyiz. Gönlümüz, gönlünün içindedir” diyerek yaveri gönderdi.

 

Yaver, Ebu’l Vefa Hazretlerinin huzurdan ayrılınca, tekkenin kapısında merakla neticeyi bekleyen Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerine cevabı bildirdi. Cevabı dinleyen büyük ecdadımız düşündü ve yavere; "Mübarek bu hislerini ifade ederken durumu nasıldı? " diye sordu.

 

Yaver: "Hünkârım Ebu’l Vefa Hazretleri, bu sözleri söylerken, gönlü ve yüzü öyle hüzünlüydü ki, gözlerinden damlalar dökülüyordu " diyerek cevap verdi.

 

O cihan padişah, yaverinin söylediklerini işitince başını önüne eğdi. Ufuklara sığmayan bakışları sanki başka bir aleme doğru yöneldi. Gözleri nemlendi, bahar dallarında biriken şebnemler gibi yaşlar dökülmeye başladı. Bu olaydan sonra hayat boyu bir daha görüşmek kendisine nasip olmadı.

 

Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri vefat edince cenaze namazını Ebu’l’ Vefa Hazretleri kıldırdı.

 

Bazen görmemek görmekten daha efdal’ dır derim, insan sevdiğini görünce o heyecanı bir seferlik yaşar. Bu hali devam ettirmesi zordur. Zira hal ve kalp ehli olmak lazımdır ki o heyecanı her daim yaşasın. Görmeden seversen murat ettiğinin mübarek insanları her daim yaşarsın o heyecanı ruhunda, nasıl mı? Veysel Kareni Hazretleri Üveysi gibi.

 

İstanbul gibi bir şehirden istifa de etmek istiyorsan “gönülce alçak, makamca yüksek olmak lazım” derim. Neden dersiniz? bu manevi kapılar açılmazda ondan derim. İstanbul un manevi ve büyülü bir havası vardır. Bu havayı koklayan bir daha koklamak ister. Bir sefer yanlışlıkla gelende bir daha gelmek ister. Öyle bir şehirdir ki bu İstanbul geleni kendine aşık gideni kendine hasret bırakır. Bir şairin İstanbul’la ilgili sözü çok hoşuma gider.

“Dünyaya erken geldim İstanbul’ a geç”

 

İstanbul un manevi havası fetihten sonra günümüze kadar gelen insanların sahip olduğu manevi değerlerle alakalıdır. Bu manevi değerleri öyle ileriye götürmüşlerdir ki hayatlarının her safhasında yaşamışlardır.

 

İstanbul da Osman oğulları yerleşik düzene geçtiklerinde inşa ettikleri evlerin muhakkak bir bahçesi olurdu. Evlerinin kapısına şimdiki cümle kapı dediğimiz dış bölmeye üç adet kapı tokmağı koyarlardı. Bu tokmaklardan bir tanesi büyük tokmak; sesi tok, tok, tok diye, İkincisi orta tokmak; sesi tak, tak, tak diye, üçüncüde küçük tokmak dır ki onunda sesi tık, tık, tık diye çıkardı. Bu tokmaklar günümüz çelik kapılarının üzerindeki kapı tokmağının büyüklü, küçüklü, ortalı hallerinin aynısıdır.

 

Kapıya gelen misafir büyük tokmağı çaldığında ev ahalisi anlar ki gelen erkektir, kapıya hanımlardan kimse çıkmaz. Küçük tokmağın sesini duyan ev halkı anlar ki gelen hanım, erkek kimse çıkmaz kapıya, evin hanımları açar o kapıyı. Lakin Orta tokmak çalındığında cümle kapısı dediğimiz kapıyı kimse açmaz. Ev ahalisi bilir ki gelen ihtiyaç sahibidir. Cümle kapısının yanında küçük bir kapı daha olur gelenin ne isteyeceği az cok tahmin edilir ve yandaki küçük kapıdan ihtiyaç sahibinin ihtiyacı karşılanır. Böylelikle ihtiyaç sahibi ihtiyacını karşılayanın yüzünü görmez. İhtiyacını karşılayanda ihtiyaç sahibinin yüzünü görmez ve sünneti seniyye gerçekleştirilmiş olunur.

 

Zamanın mahallelerinin edep ve adabı böyledir. Bu mahallelerde yetişen insanların gelecekteki beyefendilik ve hanımefendilik hallerini varın siz düşünün. Bu edep ve adap sadece mahallelerde mi var? Hayır. Çok ilginçtir ki denizden ekmeğini çıkardan denizcilerde ve daha ileriki olaylarda işleyeceğimiz nice meslek gruplarında da vardır. Nasıl mı?

 

İstanbul un büyülü ve tılsımlı bir şehir olmasının en büyük sebeplerinden birisi de övülmüş şehir ve manevi yolun büyüklerinin burada çok fazla olmasından kaynaklanır. İstanbul’da bu büyük zatların manevi koruyuculuğu olduğu sürece de inşallah kıyamete kadar böyle gider.

 

Ekmeklerini denizlerde arayan insanlar yani denizciler; onların dünyaları diğer insanların dünyalarından farklıdır. Her daim gökkuşağını seyretmesini çok severler ve her daim de altından geçmek için koca bir ömür harcarlar. Hele ki o deniz havasını alan bir kimse daha da deniz kenarından ayrılmak istemez. Gönülleri karada yaşayan insanların gönüllerinden daha geniştirler. Maneviyatları çok zengindirler. Denizlerin salahiyetini yani memurluğunu yapan İSHAK peygamberin manevi koruyuculuğunun altındadırlar.

 

Denizlerde görev yapan her denizci bu mübareklerden müsaade almadan denize ede ben çıkmazlar ve çıkmamalıdırlar da.

 

Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.)  efendimize ve onu sevenlere aşık olan denizcilerin halleri İstanbul’da nasıldır bir bakalım;

 

Ege ve Marmara dan Karadeniz’e gidecek olan denizciler İstanbul Boğazına girdiklerinde hepimizin bildiği ve kabri şerifleri Üsküdar’da bulunan gönüller Sultanı Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerinin bulunduğu hizaya gelince gemide bulunan her kes geminin sancak tarafına dizilir ve büyük üstada karşı  büyük bir muhabbetle selam verirler.

 

Beşiktaş açıklarına geldiklerinde yine gemide görevli denizciler iskele tarafına geçip hep birlikte Şeyh Yahya Efendi Hazretlerine de büyük bir muhabbetle selam verirler.

Sarıyer dolaylarına geldiklerinde ise yine geminin iskele tarafına gelerek Telli Baba Hazretlerine de selam vererek yollarına devam ederler.

 

Boğazın son çıkışı da Yuşa Hazretlerinin kabri şerifleri vardır ki; denizciler buraya geldiklerinde baş güvertede toplanıp geminin yönünü Yuşa Hazretlerinin mübarek kabri şeriflerine doğru çevirerek gemideki tüm denizciler hep bir ağızdan,

 

 “Hayy olan, Mevla’m ola”

 

diyerek selam verirler ve yola revan olurlar. Yüceler yücesi güzel Mevla’m İstanbul’un hayır kapılarından girmeyi bizlere de her daim nasip etsin. 

 

Ne diyelim gayret bizden yardım Yüceler Yücesinden. El - Fatiha.