Ceylan: Adı Gibi Yaşamak!

Tarık Sezai Karatepe

 

 

Odaya yayılan kısık kısık inilti, dünyaya ‘Merhaba!’ idi. Kısık ve kesik.

Höllüğe sardılar onu. Belediler bir güzel. Kaldırdılar, sırayla. Gaz lambasına yakın tuttular. Aydınlandı oda.

Dama iki çivi astılar. Güllü çiçekli, gökkuşağı renginde tahta beşiğine koydular. İtina ile yıkadılar, sonra.

“Başını sakın bırakma! Genzine su kaçmasın! Sırtını pışpışla! Gazı çıksın! Ağzına zemzem damlat!

Adı Ceylan olsun. Özgürce koşsun dağlarda. Oku hoca, kulağına! Yaradan’ın Adı’nı fısılda önce. O’nu tanısın. O’nu sevsin. Taht kursun yüreğine.

O’ndan gayri güç kuvvet tanımasın. O’na inansın. O’na güvensin. Beklemesin medet, fani olandan!

En Büyük Allah! de, kulağına. Başka büyük yok!”

…………..

Aklı erdi. Belleği olup bitenlere anlam veremiyordu. Acı habere alışkındı.

Vurulan, sakat kalan, mayına basan, kör kurşunlara gelen, gecenin bir yarısı kapıya bırakılan, dağ gibi… Tokmağa vurulup uzaklaşılan….

Ağıt fizah yeri göğü kaplardı. Azalıyordu, sevdikleri. Gözünün önünden kayıp gidiyordu, tek tek. Bir köşede hıçkırıyor, söyleyemiyordu derdini. İçini dökemiyordu, kimseye. Zaten herkes acılıydı. Acılı ve yaslı.

Feryadını dağlara söylüyor, yalçın kayalardan alıyordu cevabını, kendi sesiyle. Öbür adı ayrılıktı, ölümün. Ah u zar sıradan bir ses!

“Yaradan yerine yakıştırsın! Çektiği acıya saysın, affetsin günahlarını! Ne yapalım? O’ndan geldik, O’na döneceğiz! Yaşlı genç demiyor, ecel!

Ölenle ölünmüyor. Lakin bu sefer, tak dedi artık canımıza! Elimizde avucumuzda ne varsa satıp savalım. Göçelim şehre!

Anlamıyor bizi, kimse. Unutulup gittik sanki burada. Seçim olmasa uğrayacakları yok, vekillerin(!) Sağ’ı sömürdü bizi, sol’u sömürdü. Legali ezdi, illegali…!

Takatimiz kalmadı. Bari kalanları kurtaralım, asrın belasından!”

………………..

Tek tük kalan kavak ağaçlarının yaprakları da kaybolunca tepeyi aştıklarını anladı, Ceylan. Şehir! Bekle bizi, bağrında bize de yer aç!

 

Liceli, Erganili, Çermikli, Hanili, Kulplu, Bismilli, Çınarlı… komşulara ne de kolay alışmışlardı! Yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu.

Göçmen mahallesinde her evde bir gurbet hikayesi dinlenirdi. Mahalle, kocaman bir evdi. Ebe kadınlar gecenin bir yarısı çağrılır, son nefesini verenlerse sessiz sedasız gömülürdü.

Sevincini ve acısını bile yaşayamadan, sabahın bir vakti amele meydanına düşerdi, insanlar.

Gel zaman git zaman, babası orda maraba, burda amele; hakkı yenerek, nefesi tükenerek… geçti yıllar. Şehir yabandı. Yabancıydı herkese.

Şehri sevmedi besbelli. Hazzetmedi, burjuva bulvarlardan. İki arada bir derede kalmış kent insanı ters geldi.

Şehrin ruhu kalmamıştı. Çekiyordu, toprak! Bir günün akşamında baba kararını verdi: “Döneceğiz!”

………………….

İki kat yorgan yatak, işlemeli birkaç yastık; demlik, bardak; ıslak kaşık değe değe sararmış şekerlik; radyo, soba, birkaç balya odun, iki teneke kömür…

Kenarı kıvrılmış defter, iki üç kitap, önlük, çanta…

“Gurban Olduğum Kitap’ımı yanıma alayım! O’dur bize Yol Gösteren!”

Öptü üç kez!

………………….

“Aha köy göründü. Özlemişim yurdumu yuvamı. Kireç vururuz duvara. Kümesin kapısını onarırız. Ahıra sıva yaparız. Şap atarız tabanına. Geçinip gideriz, gül gibi. Bir karnımız değil mi?

Ceylan, er vakit kalktı. Kuzusunu sevdi. Kulağını kulağına getirdi, göz göze geldi. Her gün otlatacaktı, eskisi gibi.

Dağlar meskeniydi, Ceylan’ın. Dere kanarında secde vaziyetine gelir, ağızdan dupduru su içerdi. Çorak gidene dek bekler, yeniden kapanırdı suya.

Bir Anadolu ezgisi duysa kıpır kıpır olurdu dudakları. Bir hoş olurdu, minik gönlü. Kırmançe, Zazaca, Türkçe… Fark etmezdi onun için.

Avucunun içi gibi bilirdi, buraları. Güvenirdi, kendine. Akşam olunca sürüyü önüne katar, düşerdi yola. Sürü dediyse… Üç beş keçi, koyun, oğlak, çebiş…

…………………..

O sabah belli ki acelesi vardı, Ceylan’ın. Koşarak çıktı, evden. Ardına bile bakmadan. Bu son veda idi, anlaşılan.

On iki yaşın hızına yetişemiyordu. Sürüsünü saldı çayıra. Karamuk, böğürtlen, kızılcık yemeye durdu. Çalıların arasında gözden kayboldu.

Şeytan doldurmuştu işte. Şeytanın adamları basmıştı, düğmeye. Havan derler, bir lanet silahtı. Kilitlenmişti hedefe.

Kilometrelerce öteden geliyor; yaklaşıyor, yaklaşıyordu. Yaktı ciğerini Ceylan’ın. Dağa savurdu, etini kemiğini.

Rengarenk fistanı al kanlara boyanmıştı. Ceylan’ı battaniyeye sardılar. Beklediler, saatlerce. Yoktu, gelen giden.

Reytingi mi azdı, Ceylan’ın? Rak dinlemez miydi? Gecenin bir yarısı, Siyon bir oğlanın evine bıraktığı Etiler kızına benzemez miydi?

Zil zurna kapıyı açınca, “Kızım çok kaçırmışsın, yine bir hoşsun?” diyen oldukça modern bir babası,

 “Ne güzel de yakışıyorlar birbirlerine! Henüz birbirlerini tanıyorlar, canım! Tay iken oynamalı, tadını çıkarmalı gençliğinin!” diyen anası yok muydu?

O zaman uğramazdı, parça parça bedeninin başına, hiçbir etkili ve yetkili(!)

Efendinin can güvenliği yokmuş! Bilmez ki zavallı, canını güvene almak isteyen Ebedi Can Evi’ni arzulasın!

………………….

Halk ve Hak düşmanı kıvırdı yine. İnanmadı kimse. “Bir gün…!” dedi herkes, “Bir gün! Hesabı sorulacak bir gün!”

Erdemce bir söyleyiştir, ötelerden gelen: “Sessiz bir bombadır, konuşur derinlerde!”

Tanıktı, olup bitenlere; Öte Dünya’da, Ceylan.

“Bi eyyi zenbin kutilet / Hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman!”

Açıldığı zaman Defterler, gizli kalmaz hiçbir günah!