Bu Ülke!...

Tarık Sezai Karatepe

Bu Ülke!...

Yüz yıl var ki, oldubittilerle sızım sızım sızlanan Anadolu"nun sabır yumağı, bağrı yanık kahramanlarıdır, onlar.

Çaresizdirler. Bir şafak vakti bilinmeze koşup giden evlatlarının akıbetinden habersiz, puslu cama yaslanır… iki iyilikten birini isterler, ciğerpareleri için. Ya sağlıkla dönmeleri, ya da “ele güne irezil, malamat” olmadan….

Okul yüzü görmemişi, kalem tutmamışı… bir büyük sırrı taşır yüreğinde. “Asrın En Siyasi Sultanı” alaşağı edildikten bu yana koca bir asır geçmiştir. Sonra…

Sonra niyet ortadadır: Anadolu nüfusunu azaltmaktır maksat.

Anadolu…  ölçülebilen, çizilebilen, m2"lik bir sınır hiç değildir. Bir ucu Viyana"da, diğeri Uygur"da… Ahıska"dan Mogadişu"ya… bir “Direnen Dünya Hinterlandı”dır, Anadolu.

Frenk İhtilali"yle musallat olan, “aynı dili konuşanların yurdu” aymazlığı, vahdeti tefrikaya çevirmiş, tesbih taneleri yer ile yeksan olmuş… Bir zaman sonra, aynı dili konuşanların aynı milletten olamadıkları görülmüş, dilin kıblesinin olmadığı anlaşılmış…

Eğer dildaşlık, milletdaş olmayı beraberinde getirseydi, Alemlerin Efendisi"ne harp açanlar…

Kutlu Resul"e, on üç yıl, yeryüzünün en zalim boykotunu reva görenler, “yürek dili”nde cennetle cehennem kadar uzak düşmezlerdi.

Balkanlar bir yandan iç edilirken… Kafkasya bir derin komployla doksan bin yiğide Kevser olurken… Gemi azıya almış pırpırlı, tozu dumana katıp Asya içlerine kaçarken…

“Daha durun, bu da bir şey mi? “Bir ufacık karaya” yüz binler yığıp, sonra Yedi Düvel"i üzerinize boca etmesini biliriz!” diyen nüfus planlamacısı(!), yoksa dersini almış da, Basel Planını mı yürürlüğe koyuyordu? Adım adım...

Neden giden gelmiyordu? Doğrusu şaşılacak şeydi!

Nice sonra, “bir vücudun azaları gibi bir ve beraber olan”, “cehennem olsa gelen göğsünde söndüren”, “toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremeyen” sarsılmaz kalelere ne olmuştu da, çekirgeler misali sağ"a sol"a uçuşuvermişlerdi?

Caddelere tabela ısmarlayanlar, toplum mühendisliğinden nasiplenmiş gündelikçilerdi. Pasta, iştah kabartıcıydı.

“Vazgeçilmezlerimiz var!” diyen Anadolu"nun gencecik ruhlarına: “Madem vazgeçmiyorsunuz, değerlerinizi hayata geçirin bakalım!” denmiş…  önce fantezi ayrışmalar ayyuka çıkmış… her gruba, klike, eğilime:

 “Eğilin bakalım! İşte sizi temsil eden tabela, beğenin beğendiğinizi… Mavisinden yeşiline… turuncusundan kırmızısına… her tonu var.

Sloganları iyi ezberleyin, önce bir koro çalışması yapın, lideriniz gelince avazınız çıktığı kadar bağırın; samimiyet sınavından geçer not alın…”

“Niye bütün bunlar?”

“Arkadaşınız sorgulamaya başlamış(!) Demek, sadakatten vazgeçtin; öyle mi? Yıkıl karşımızdan, ufak ufak ikile bakalım!

Bize şüpheci, pimpirikli, kuru havadan nem kapan, araştırıcı zeka(!) değil… musalladaki meyyit gibi teslim olmuş erler gerek!”

“Adayımıza tam destek verin, kazanınca size de…”

İçine düşeni kül edecek kazan da, kömür misali yanacak olan da, keyfle  karıştıracak maşa da, cürufu ortadan kaldıracak da, gözden ırak bir köşeye atacak da… rolünü oynuyordu.

Ellerinden Hak Mesaj alınan yığınlar, rüzgarın konjonktürel etkisiyle savruluyor… savundukları, uğruna kan döküp can verdikleri sistem, son kullanma tarihi geçeni gayya"sına yuvarlıyordu.

Analar, zaptemedikleri canlarını şovenizmin bin bir tonuna kurban veriyor… on binlerin hesabını Öte Dünya"ya bırakıyordu.

Bütün çaba: “Ülke insanı istediği fraksiyona katılsın, kapılsın; neci olursa olsun. Yeter ki Al-i İmran Yüz Dört"le buluşmasın!” içindi.

Oyun bozuluyor, tabelalardan kaçanlar:  “Aslında hepiniz birsiniz; isimlerinizin, renklerinizin, liderlerinizin, sloganlarınızın… ayrı olması bir büyük aldatmaca, kanar mıyız bir daha?

Şehirleri, beş yıl daha arsa kompradorlarına, fikirsizlik girdabına, lümpen şakşakçılara, gizli gündem matadorlarına, arka plan teorisyenlerine, niyet okuyucularına… teslim etmek istiyorsunuz!

Su göründü, teyemmüm bozuldu. İnsanlık onurunu baş tacı ederek… seçkinlerin imtiyazına son verip, kamusal alan halkın alanı olana dek…

Sevgiyle donanarak, adaletle kuşanarak