Ali izzet: Drina Seni Hatırlar!

Tarık Sezai Karatepe

Bin Dokuz Yüz Yirmi Beş… Ağustos’un Sekiz’i

Aziziye’de Bir Evvabin Vaktidir

Ahşap kubbesinde, yüz yılların yorgunluğunu iliklerine kadar hisseden Pay-i Taht bakiyyesi kıblegah, ana gövdeden koparılışının hüznüyle ağlamaklı. Yeşil zemin üzerine sarı ay yıldız yastaydı.

‘Eyvah! Ne yer, ne yar kaldı / Gönlüm dolu ah u zar kaldı!’

Kınına sokulmuş sadaret kılıcı, hilal ile haç’ın sur’a dek sürecek kavgasına ayarlıydı. ‘Kavgam karanlığa, güneş adına…’

Ak sakallılar, göynekleri ıslanırcasına gözyaşı döküyor, ak saçlılar bir emperyal planın alıp götürdüğü vahdeti, ye’se kapılmadan an be an bekliyorlardı.

Ak gönüllerse daha bir delişmen, “Biz de ana yurdu kurtarırız, nifaktan infaka döner sokaklar, çarşılar… Bir prens uğruna dökülürse kanlar, uğrarsa belaya milyonlar; girerse Balkanlar ateş çukurunun içine…

Zulüm sağnak sağnak inerse Belgrad’dan, Zagreb’den… ötelerde Berlin’den. Koşarız imdadına, Al-i Osman Yurdu’nun.

Beş asırdır Sancak inmedi minberden. Ne kara günler gördük, ne elemler sardı Drina’nın bağrını. Katolik katılığı, Protestan bağnazlığı sarmışken benliğimizi, bir Fatih yürekti kimliğimize kavuşturan.

…………………..

“Aliya dede, torunun oldu…!”

“Ali İzzet olsun adı. Ali gibi Seyfullah, ezilen tüm halklara bir İzzet yürek olsun!”

Bedeni onu değil, o bedenini taşıyordu sanki. Kundağı kaldırdı gururla, Boşnak şivesiyle okudu kulağına Bilalce. Sava bir başka akmaktadır, geceye karışan bir gurup vakti.

Önce şehrin adını koydu, sonra torununun. Şamaç’tan Aziziye’ye bir Kutlu Yürüyüş’tü onunki… Osmanlı’da bir subaydı, gönüllerde bir kahraman. ‘Eğilmeden, yıkılmadan’

Henüz ikisindedir Ali İzzet. Hırvat Ustaşaların nankör sesleri duyulur, Sırp Çetniklerin vefasızlığı. Sokaklarına yüreğini koyduğu Balkanlar’ın Üsküdar’ına alıp götürür bir rüzgar. Vatan Saraybosna’dır, asra yaklaşan ömründe.

Yedisinde ‘Errahman’ dinler. On ikisinde, ayrılıkları rahmete çevirecek mesajı: ‘Irk uğruna savaşan bizden değildir, ırk uğruna ölen bizden değil!’

Halkının, giderek içlere çekilişini hazmedemiyordu. On altısında ömürlük misyonunu kuşanmış, sıcak yuvasına ‘Veda!’ etmişti.

Yatağı, buz kesen sokaklar… yorganı gökyüzü. Boşnak, Arnavut, Türk, Pomak, Çingene kardeşleriyle, Balkanların Söğüt’ünü kurmak üzere ahitleşmişti.

İlk Cihan Harbi söküp atarken birliği, ikincisi ‘Böl, parçala, yut’u tezgahlıyordu, Yesrib’e.  SS, Ustaşa’ya sözde devletini kurdururken, Frenk’in Grek’e yaptığını uyguluyordu, adım adım. Ateşe el uzatılır mıydı, maşa varken?…

Ustaşa’nin Aliya’ya cebri, Zorlu Bir Adam’a çok dokundu:

“Kiralık katilimiz ol, yoksa!...”

“Sizin askeriniz olmaktansa…!”

Saraybosna, güzel yurt, bölünmüştü bir daha. Bir tarafta Akıncı Yürekler, diğer yanda Çetnik aymazlığı. Partizanlar, çiğnerken ecdad yadigarını bir kez daha, Gradacac’dan Başşehir’e düştü yolu. İmdada koşmaya, uzak yakın akrabaya…

Prangalarla tanıştı genç bilekleri. Yüreğine asla vurulamazdı, ancak bedenine… Genç bir muvahhiddi, tarihe not düşen. Kahramanlar yaşar, tarihçiler yazardı.

Mapus damı Yusufça bir uzletti. ‘Garip pencerecik, küçük, daracık / Dünyaya kapalı, Allah’a açık’

Zenitsa çıraklık, Stolac kalfalık, Bele ustalık yıllarıydı, hürriyete adım adım. Bin bir gece masallarını andıran, bin bir imtihan gecesi.

Devirler değişse de değişmezdi totemler. Dün Karun, Nemrut… bugün Hitler, Tito… Bıroz da ilahlık yarışına girdi, halefleriyle.

Eski Kıta’da direnen, direndikçe özgürleşen Yusuf Yüzlüler vardı, adı şehitlerle yazılan. ‘Onların bir tuzağı varsa…!’

Varlığı uykularını kaçırıyor, lakin baş edemiyordu. Sinecek gibi değildi. Hem, Drina’nın Çocukları’na tutsaklık yaraşır mıydı? Yeni Beleneler bekliyordu, mazlum ve bir o kadar mağrur coğrafyayı.

Beş yıla hüküm giydi Aliya. Nasibine düşen beş yıl! ‘Bana mısın?’ demiyordu, lakin. ‘Şahit ol Ya Rab!’ haykırışı maltayı inletiyordu. ‘Sayım var, maltada hizaya dizil / Tek yekun içinde yazıl ve çizil!’

Gönlü ile beyni arasında mekik dokuyan kalemi, kainatın sırlarını açtı ona. Manifesto idi, alemi kuşatan soluğu. Nil’in Çocukları Kutub ile Benna, yolunu gözlüyor; süre daralıyordu.

İkinci Yusufiye’ye aldırmadı bile. Beş kere üç yüz altmış beş daha vardı, yürek fethine. Beş bin kere olsa ne çıkardı?

“Yaptığının hatalı olduğunu söyle!” rüşveti tutmadı. Değil mi ki Kutlu Önder: “Sağ elime güneşi, sol elime ay’ı verseler…!” demişti.

…………………..

SDA bir umuttu, hür beyinlere. Etkisi Tuna’dan Sava’ya, Adriyatik’ten Drina’ya… sardı bütün bir yurdu. Ravza’dan yayılan bir esintiydi, fetihten bir muştu. Bedenler değil, yürekler yarışıyordu Anadolu hinterlandında. Gazi Hüsrev’den kalan.

Rakipleri birleştikçe dağılıyor, ‘Sen onları birlik zannedersin. Onların kalpleri paramparçadır!’ bir kez daha tahakkuk ediyor…  niyet halis olunca da akıbet hayr oluyor, ’Nice az topluluklar, çok topluluklara galip geliyor’du.

Miloş, Periç, Karad, Milad… şeytanın dört atlısı boş durmuyor, birliğe göz dikiyor, bir baştan bir başa kana bulanan ecdad yurdu, muhacir otağı oluyordu.

Çanakkale’de mezarları kaybolmuş yiğitlerin ittifakı misali, Moro’dan Rabat’a… insanlık onuru, çentik-ustaşa tezgahını boşa çıkarıyor, yetmişindeki ihtiyar delikanlı, her sabah olduğu gibi tünellerden varoşlara erzak taşıyordu. Ömer’in, modern çağa bir izdüşümüydü sanki!

Yenilgi üstüne yenilgi tadan kahpe tuzak, acısını silahsızdan çıkarıyor, bir Amsterdam kalleşliğiyle, Goradze / Srebrenitsa, adaş oluyor Halepçe / Hama kardeşleriyle, ‘şehit kentler’ kervanına iki müsemma katılıyor, İkbal’in Pakistan’ı, İzzet’in Bosna’sı yüz yılı taçlandırıyordu.

…………………….

Kürsüdeki adam, daha da devleşiyor, uzaklara takılan bakışları maverayı gözlüyordu.

“Tarihimizi kanla yazdık. Evlerimiz yakılıp yıkıldı. Düşmanlarımız mert değildi. İşte toplu mezarlar!

Çok şükür ayaktayız. Hamd ediyorum ki elimde dalgalanan bayrağı teslim edeceğim yüz binler var. Selam sana ey halkım!”

İki Bin Üç… Ekim’in On Dokuz’u… Saraybosna

Milyonlar hep bir ağızdan:

“Selam sana Aliya, yolun açık olsun! Şehitlere selam!”