
Erdem Yazaroğlu
YAKIN ÖLÜM TECRÜBESİ YAŞAYANLAR
Komada Duyulan Ses
1989 yılında geçirdiğim bir trafik kazası sonucunda koma halinde hastaneye kaldırılmıştım. Yanımda bulunan eşim vefat etmiş, beni kontrol eden doktor, kan deryası içinde kalan vücudumda bir hayat emaresi göremediğinden, bana da ölü raporu vermişti. O akşamki TRT haber bülteninde, kazada ölen kişilerin arasında benim de ismim bulunuyordu.
Daha sonraları ölmediğim anlaşılmış ve üç gün devam eden koma halinden sonra kendime gelmiştim. Fakat kazadaki darbelerin tesiriyle gözlerimi açamıyor, vücudumun hiçbir noktasını kımıldatamıyordum. Koluma takılan serumdaki uyuşturucuların tesiriyle de fazla bir şey düşünemez hâle gelmiştim. Tam manasıyla yaşayan bir ölü gibiydim. İlk önce kendimi çok ağır bir uykuda zannettim. Bir türlü uyanamadığım bir uykuda. Bu sırada başucumdaki konuşmaları duydum.
Sesinden tanıdığım amcam:
–Doktor bey, üç gündür hiçbir gelişme yok, diyordu. Müsaade ederseniz, hastamızı Ankara’ya götürelim.
Doktor ise:
–Hastanız her an ölebilir, diye cevap verdi. Bu durumda nakline izin vermek cinayettir. Zaten böyle bir mesuliyetin altına da girmem.
Bu konuşmalar üzerine büyük bir kaza geçirdiğimi anlamış ve doktorun “Her an ölebilir” sözüyle dehşete kapılmıştım. Fakat duyma ve düşünme duygularımın dışındaki bütün fonksiyonlarımı kaybettiğimi hissediyordum. Ölmekten çok Cenâb-ı Hakk’a hesap verememekten korkuyor ve boğazım sıkılmış gibi sık sık nefes alıyordum.
Ruhumu teslim etmekte olduğumu zannederken, nereden geldiğini anlayamadığım bir ses, benimle konuşmaya başladı. Ve ne için bu kadar korktuğumu sordu. Sebebini söylediğimde, aynı ses:
–Korkacak hiçbir şey yok, dedi. Tamamen asılsız ve hurafe şeylere inandırıldığın için böyle sıkıntı çekiyorsun. Allah ve âhiret günü diye bir şey yok ki sıkıntısı olsun. Sana bunların boş şeyler olduğunu ispat edeceğim. Eğer beni tasdik edersen, hiçbir sıkıntı ve endişen kalmadığını göreceksin.
Kendimi, yıkılan bir dağın altında kalmış gibi hissettiğim için:
–Peki, hemen anlat ve beni bu sıkıntıdan kurtar, dedim.
O ses:
–Biliyorsun ki çekirdekler önce fidan, sonra ağaç olur, dedi. Daha sonra da ömrünü tamamlar, suları çekilir, kurur ve toprağa karışırlar. Hayvanlar da bizim gibi doğar, büyür, gelişir ve ömürlerini tamamladığında toprak olurlar. Sen o ağaçların veya hayvanların, senin gibi endişe duyup, korktuklarını gördün mü? Elbette hayır. Çünkü onlar, bâtıl şeylere inandırılmamışlar. Yani yeniden dirilme veya hesaba çekilme diye bir şey olmayacağı için, onların da bu tür şeylerden endişesi yoktur. Sen de boş şeyleri kafandan atarsan, hiçbir sıkıntın kalmayacak, gör bak nasıl rahat edeceksin!
Bu sözleri işittikten sonra sıkıntım daha da arttı. “Acaba dediği gibi inkâra sapsam, rahatlar mıyım?” diye düşünüyor, fakat kalp ve ruh gibi latifelerimin, bu inkârı kabule yanaşmadıklarını hissediyordum.
Birden, sanki bir elektrik lâmbasına dokunmuş gibi zihnim aydınlanmaya başladı. Daha evvel okuduğum veya dinlediğim imânî bahisler, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. O ses’e hitaben:
–Beni yalan ve cerbeze ile aldatmak istiyorsun, dedim. Ama ben akıl sahibiyim ve bu yüzden yaptıklarımdan mes’ûlüm. Sen beni akılsız hayvanlar ve şuursuz bitkilerle nasıl bir tutabilirsin? Ben, elbette hesap vermekten endişe duyarım. Çünkü bana, hayvan ve bitkilere verilenlerden belki bin defa daha gelişmiş vaziyette ihsan edilen cihazları ve akıl nimetini nefis ve heva yolunda sarfetsem, onlardan bin defa daha aşağılara düşerek âhirette cezaya müstahak olurum. Hem bir iğne ustasız, bir resim ressamsız, bir köy muhtarsız olamazken, bu kusursuz kâinatın bir sahibi ve yaratıcısı olmaz mı? Ve bütün kâinatla birlikte beni de mükemmel şekilde yaratan Rabbim, beni hesaba çekmeyerek başıboş bırakır mı?
Evet, iman nurları o zor anlarımda imdadıma yetişmiş ve içinde bulunduğum karanlık dünyamı aydınlatmaya başlamıştı. Onlardan edindiğim iman hakikatlerini anlattıkça, sıkıntılarımın hafiflediğini hissediyorum. Biraz sonra o ses tamamen susmuş ve bana cevap veremez hâle gelmişti.
Daha sonra kendime gelmişim ve arkadaşlarımın anlattıklarına göre dışarıdaki ezan sesini duyup, namaz kılmak istemişim.
Bu mektubu sizlere yazarak başımdan geçen bu ürpertici hâdiseyi anlatmamın sebebi, iman hakikatlerine ne kadar muhtaç olduğumuzu ifade etmek içindir. Çünkü son nefeste iman ile kabre gitmek ve onun cennet bahçelerinden bir bahçeye çevirerek elde edilmesine bağlıdır.
Şeytanın, ölüm anındaki insanlara musallat olduğunu, onları inkâra saptırmak için akıllarına vesvese verdiğini ve bu yüzden de kuvvetli bir imana sahip olunması gerektiğini bütün mü’min kardeşlerimiz biliyordur. Fakat ben, bu durumun bir örneğini, ölüm öncesinde, Cenâb-ı Hakkın izniyle yaşadım. Ve bu hâdiseyi de Zafer Dergisi kanalıyla bütün inananlara anlatmayı bir vazife bildim. İnşa-Allah bir alemi bulunur. (Niyazi Yıldırım, Zafer Dergisi, 195. sayı).
“İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle dirilir, nasıl dirilirse öyle haşrolur.” (s.a.v) (Münâvî, Feyzü’l Kadîr Şerhu’l Câmii’s Sağîr, V, 663).
Cenab-ı Hak cümlemize son nefeste hüsnü hatime (güzel son) nasip eylesin (Âmin).
Son nefesin enfes bir nefesolması için, bütün nefesleri, son nefes gibi düşünmek gerekir.
Evet, ölümün şimdi ve buradaya gelme ihtimaline ciddi olarak inanan bir insanın, şimdi ve buradaya ait olan tembelliği, ciddi olarak kaybolur.
Çeçen Doktorun Yaşadığı Mucize
…
Bu sırra eren bahtiyarlardan biri Hasan Basayev. O Çeçen dağlarında ölümcül yara alan mücahitlerin “Lokman Hekim”i. Yaralandığında Salman Raduyev’i o tedavi etmiş. Şamil Basayev’in bacağını son anda o kesmiş. Hep yara sarmamış, kendisi de yaralanmış. Alhan Kale’nin 25 kilometre doğusundaki bir hastanede görev yaparken, Ruslar hastaneyi bombalamış (Bu terör olmuyor). O esnada Hasan Basayev 9-10 yaşındaki bir çocuğun ameliyatını yapıyormuş. Hastaneye düşen bomba üç hekimle bir hemşireyi şehid etmiş. Hasan Basayev’de ağır yaralanıp komaya kaldırılmış. Tam dört gün komada kalmış. Gerisini ondan dinleyelim:
“Komadayken gerçekten harika şeyler yaşadım. Tüm ağırlığım kaybolmuştu ve bedenimin üzerinde havada duruyor gibiydim. Ruhum bedenimden ayrılmıştı ve bu durum o kadar huzur vericiydi ki, anlatamam. Ruhum yavaş yavaş gökyüzüne doğru yükseliyordu. Yukarıdan aşağıya baktığımda bir sedyenin üzerinde duran bedenimi gördüm. Doktor ve hemşireler gömleğimi kaldırarak aldığım yarayı inceliyorlardı. Gökyüzüne doğru yükselmeye devam ederken, birden etrafı zifiri karanlık olan bir tünele girdim. Ardından çok güzel bir alana ulaştım. Binlerce insan bu çok güzel yerde beni karşılamaya gelmişlerdi. Bu insanların hiçbirini tanımıyordum. İnsanların yüzlerinde son derece mutlu bir hal vardı. Aslanlar ve kaplanlar da sevimli bir şekilde beni karşılamaya gelen insanlar arasında dolaşıyorlardı. Her taraf daha önce hiç görmediğim güzellikte meyvelerle doluydu. Ancak cennet bu kadar güzel olabilirdi. Bir an önce beni karşılamaya gelen insanların arasına karışmak için aşağıya inmek istiyordum. Fakat birden vücudumun geri çekildiğini fark ettim. Buradan ayrılmak istemiyordum. Direnmeye çalıştım, ama vücudum güçsüzdü. O ara kendimi kaybettim. Gözlerimi açtığımda kendimi bir yoğun bakım ünitesinde buldum. Doktorlardan birinin bir başka doktora:
–Bu gerçekten garip bir durum, böyle bir yarayı bir başkası alsaydı mutlaka ölürdü’ dediğini duydum. Tamamen iyileştiğimde komaya girdiğim esnada Allah’ın bana cenneti gösterdiğini anladım. İnanın o güzel yeri gördükten sonra, ölüme karşı en ufak bir çekincem kalmadı.”
(Yeni Akit Gazetesinden İktibastır.)
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.