Erdem Yazaroğlu

Erdem Yazaroğlu

SİHİRLİ KUTULAR


Bundan 20 sene kadar önceydi. Üniversitede öğrenciydim. Yüzleri ötelere dönük arkadaşlarla aynı evi paylaşıyordum. Bizim evde akşamların ayrı bir tadı vardı. Bol demli çay eşliğinde; hayata, insana, ölüme dair her çeşit konu tartışılır, İmanî ve İslamî konular müzakere edilirdi. Bu ilmi sohbetler sayesinde, ateist, agnostik, pozitivist, deist, hümanist ve her çeşit görüşten insanlarla tanışma fırsatım olmuştu.

Bir gün, Tıp Fakültesi son sınıf öğrenci olan bir arkadaşımız, bir arkadaşından bahsetti. Arkadaşı da kendisi gibi Tıp okuyormuş ve ateistmiş. Girdiği birçok münazarada karşıt fikirleri hep susturmuş. Kıvrak bir zekâsı varmış ve oldukça hazır cevap birisiymiş. Arkadaşımız bizim ev ortamından ve evde konuşulan mevzulardan bahsedince, dikkatini çekmiş. Bir hafta sonu arkadaşlarıyla birlikte hem çayımızı içmek, hem de imana dair konularda tartışmak için arkadaşımızdan randevu istemiş.

Her yönden sevip saydığımız ve büyüğümüz olarak kabul ettiğimiz Felsefeci bir ağabeyimiz vardı. O da bizlerle aynı evde kalıyordu. Ateist öğrencinin randevu talebini memnuniyetle kabul etti.

Ateist öğrenci kararlaştırılan gün ve saatte, arkadaşlarıyla birlikte evimize geldi. Sonradan arkadaşlarından öğrendiğimize göre:

–Gericilerle tartışmaya gidiyorum, gelin sizi de götüreyim bol, bol güler eğlenirsiniz demiş.

Kısa bir selâm-kelam faslından sonra ateist öğrenci, direk mevzuya girdi. Elinde bir dergi vardı. O dergide bir haberden bahsediliyordu. Habere göre insanın kalbinde Allah yazısı varmış. Bazı bilim adamları bu yazının fotoğrafını çekmişler…

İşte ateist öğrenci insanın kalbinde, Allah Lâfzının yazılı olmadığını, bu tarz haberlerin uydurma olduğunu söylüyordu. Böylelikle Allah’ın var olmadığını, varlığının ispatlanamayacağını iddia ediyordu.

Bu tarz konularda oldukça antrenmanlı olan Felsefeci ağabeyimiz, elinde tuttuğu bir kitabı göstererek, ateist gence sorular sormaya başladı:

–Pekiyi, şu kitabı görüyor musun?

–Evet görüyorum.

–Yazarını da görüyor musun?

–Evet görüyorum

–Pekiyi nerden biliyorsun?

–Çünkü kitabın üzerinde yazıyor.

–Pekiyi (yazarın ismini eliyle kapatarak) yazarın adını şimdi görüyor musun?

Tabi ki görüyorum, elinin altında, çekersen göreceğim.

–Pekiyi, kitabın yazarını gösteren bütün ibareleri gözünün önünde siliyorum. Şimdi soruyorum. Bu kitabın bir yazarı var mı?

–Elbette var.

–Nerden biliyorsun?

–Mantıken biliyorum, bir kitap yazarsız olamaz.

–Pekiyi, kitap mı harika, kalp mi harika?

–Tabi ki kalp harika, muhteşem bir şey.

–O zaman kalpten daha basit olan kitabın kâtibini kabul ediyorsun da, kitaptan daha harika olan kalbin katibini (ustasını) neden kabul etmiyorsun?

Ateist genç neye uğradığını şaşırmıştı. Adeta dili tutulmuştu. Hiçbir cevap veremedi. Felsefeci ağabeyimiz bu suskunluktan istifadeyle konuyu detaylı bir şekilde anlatmaya devam etti:

–Öncelikle, “adem-i rüyet, ademi vücuda delil olamaz”, yani görmemek olmamaya delil olmaz. Ayrıca varlığın hepsini gözümüzle algılamıyoruz ki, görmediklerimize yok diyelim. Basar (yani göz) sanatı görür, Basiret yani (akıl gözü) sanatkârı görür.

Aklı, gözüne inen insanlar “görmediğim şeye inanmam” diyebilirler. Ama aklı gözüne inmemiş basiret sahibi insanlar; sanattan yola çıkarak sanatkârı, nizamdan yola çıkarak nazımı, resimden yola çıkarak ressamı görebilirler. Bir resmin ustasını görmesek bile biliriz ki, o resmi bir ressam yapmıştır.

–Ayrıca, “sanatkar, sanat cinsinden değildir ve sanat içinde aranmaz.” Resmi yapan ressam, resim cinsinden değildir ve dahi resmin içinde aranmaz. Ama resmin yanında, sıfatlarıyla vardır. İlim, hikmet, kudret gibi sıfatlarıyla vardır, ilmiyle bilmiş, hikmetiyle yerli yerine yerleştirmiş, kudretiyle yapmıştır. Aynen, bu misalden yola çıkarak diyebiliriz ki: “Sani-i Kâinat, kâinat cinsinden değildir ve kâinatın içinde aranmaz.” Yani Kâinatı yapan usta, kâinat cinsinden değildir ve kâinatın içinde aranmaz. Her şeyin yanında, sonsuz hikmetiyle, sonsuz ilmiyle, sonsuz kudretiyle vardır.

Gözündeki gözlük; ilim, hikmet, şuur ve kudret sıfatları olan bir gözlükçüye delâlet (işaret) ediyorsa, gözlükten daha harika olan gözde, sonsuz kudret, sonsuz ilim, sonsuz hikmet sahibi bir ustaya delalet ediyor.

Bir yandan çaylarımızı yudumluyor, biryandan da bu enfes sohbeti, nefesimizi tutarcasına dinliyorduk. Felsefeci abimiz, bir baba şefkatiyle sakin sakin anlatıyor, ateist gencin aklına, vicdanına, insafına pencereler açmaya çalışıyordu. İtiraf etmeliyim ki, bu ateist gencin hali beni çok üzmüştü. Pırıl pırıl tertemiz bu genç, iyi kalpli bir Anadolu çocuğuydu. Kimler, nasıl beynine kanına girmiş, onu bu hallere düşürmüşlerdi acaba?

Felsefeci abimiz anlatmaya devam ediyordu:

–Mesela: Selimiye Camiini Mimar Sinan yaptı dersek, bu çok kolaydır. Bir usta onu ilim, hikmet, şuur ve kudret sıfatlarına istinaden yapabilir. Ama Eğer Selimiye Camiini Mimar Sinan yaptı demezsek, Selimiye Camiini sebeplere verirsek, ne lazım gelir? Sebep olarak görülen taşların, bu muhteşem eseri kafa, kafaya vererek yaptığını kabul etmek lazım gelir.

Bu muhal ihtimali kabul ettiğimiz zaman ne lazım gelir?

1) Selimiye’yi oluşturan bütün taşlarda, Mimar Sinan kadar mimarilik bilgisi, ilim, hikmet, kudret ve şuur sıfatları olduğunu kabul etmek lazım gelir.

–Bu ihtimali kabul ettiğimizde, bir taş bütün taşlara hâkim-i mutlak olacak, bir taş bütün taşlara mahkûm-u mutlak olacak. Yani bir taş bütün taşlara hem emir verecek, hem de bütün taşlardan emir alacak.

Bir tek ustayı kabul etmeyip, cansız şuursuz taşlarda Mimar Sinan kadar; bilgi, hikmet, şuur ve kudret sıfatı olduğunu kabul etmek ve dahi bir tek ustayı kabul etmeyip, her bir taşı mimar Sinan kabul etmek, ne kadar muhal bir ihtimaldir, insaf nazarıyla düşününüz.

İşte bir tek Allah’ı kabul etmeyip, sebepleri ilah kabul edenlerin hali, aynen buradaki durum gibidir. Her bir atoma ulûhiyet sıfatlarını vermek lazım gelir. Ayrıca bir atom bütün atomlardan emir alacak ve bütün atomlara emir verecek. Nizamın oluşması ve sürekliliği için bu gerekiyor. Bir tek Allah’ı kabul etmeyip, her bir atoma ulûhiyet sıfatlarını vermek ise ahmaklığın daniskasıdır. İşte en muannid inkârcılar bile böyle batıl bir ihtimali kabul etmezler.

Felsefeci abimiz konuşmasını bitirdikten sonra sustu. Gençlere başka soruları olup olmadığını sordu. Ateist genç:

–Başka bir zaman yine geliriz, diyerek müsaade istedi. Arkadaşlarıyla birlikte aceleyle kapıdan çıktılar.

Ateist gençle aynı okulda okuyan arkadaşımız, onları otobüs durağına kadar uğurladı. Yolda yürürken arkadaşları ateist gence demişler ki:

–Hani eğlenecektik, hani onları perişan edecektin. Neden hiçbir cevap veremedin?

Ateist gencin arkadaşlarına verdiği cevap, çok enteresan olmuş:

–Siz bu gericileri bilmezsiniz. Bizim oturduğumuz salonda dikkat ettiniz mi? Sihirli kutular vardı. İşte o kutular yüzünden dilim tutuldu. Yoksa ben hiç susar mıydım?

Ateist genç, arkadaşlarıyla birlikte evimize geldiğinde havalar çok soğuktu. Misafirler için kullandığımız büyük salonda harıl harıl soba yanıyordu. Salonu iyice ısıtabilmek için kâfi miktarda boru kullanmıştık. Boruların birbirine ekli olduğu yerlerde, is ve gurum akıntısı olmasın diye boru altlarına teneke kutular bağlamıştık. Ateist genç ve arkadaşları yerde serili minderlere oturmuşlardı. Üstlerinden soba boruları geçiyordu. Ateist gencin, sihirli kutular dediği kutular, bu boruların altındaki küçük teneke kutularıydı.

İnadına inkâr, insanı böyle gülünç hallere düşürüyor, uçurumlara yuvarlıyordu. Düşünün lütfen! Tıp Fakültesi son sınıfında okuyan bir genç, her şeyi bilimle izah etmeye çalışan, pozitivist düşündüğünü söyleyen bir genç, cansız şuursuz kutuların sihirli olduğunu, dilini bağladığını söylüyor, ama nihayet derecede nizam ve hikmetin ve dahi baş döndürücü bir ahengin hükümferma olduğu Kâinatın Yaratıcısını kabule gelince, inkâra yelteniyordu. Ne kadar ilginç değil mi?

Hatırlarsanız, Peygamber Efendimizin (s.a.v) Nübüvvetini ilan ettiği Mekke’de, İnkârcı Müşrikler Kur’an-ı kabul etmiyorlar, ama onu her gece gizli gizli dinlemekten geri kalmıyorlardı. Çünkü Kur’an-ı dinlemekten müthiş keyif alıyorlardı. En sonunda dediler ki:

–Vallahi bizler kelâmın her çeşidini biliriz. Bu şiir değil. Beşer kelamına hiç benzemiyor. Allah kelamı diyerek kabul etmeyeceğimize göre, olsa olsa bu bir “Sihirdir” demeliyiz. İman Hakikatleri karşısında dilsiz kalan bu gencin, soba boruları altındaki minik kutulara, “Sihirli Kutular” demesi 1400 sene önceki Müşriklerin Kur’an-a “Sihir” demelerine ne kadarda benziyor değil mi? İnkârcıların İman Hakikatleri karşısında kullandıkları savunma mekanizmalarının aradan asırlar geçmesine rağmen birbirine benzemesi ne kadar enteresan değil mi?

Cenab-ı Hak cümlemize; duyguda, düşüncede, eylemde, istikamet nasip etsin. İman dairesinden ayırmasın. Rızasını kazandıracak ameller nasip etsin (Âmin).

Bu yazı toplam 10531 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
18 Yorum