
Erdem Yazaroğlu
ILIKLAŞMA PSİKOLOJİSİ
Kurbağanın en büyük zevki ılık suda keyif yapmakmış. Kurbağa, kaynar suya atıldığında hemen tepki veriyor ve can havliyle kaynar sudan fırlıyor. Ama kurbağa ılık suyla dolu bir tencereye atıldığında, hiç tepki vermiyor. Ilık suyun sıcaklığı derece, derece artırılıyor. Kurbağa sanıyor ki hala suyun derecesi aynı. Çıkmak istediğinde vücudunun tüm direnci kırılmış ve uyuşmuş. Haşlanmak kurbağanın kaderi oluyor.
Bir akbabanın Niagara Şelalesi üzerinde yüzen bir cesedi yiyerek yüzdüğü görüldü. Akbaba, pençelerini cesede iştahla saplamış bir yandan cesedi yiyor, bir yandan da keyifle yüzüyordu. Akbaba girdap noktasına geldiğinde, kanatlarını açıp uçarak kurtulmayı düşünüyordu. Akbaba, girdap noktasına yaklaştığında bütün gücüyle havalanmak istedi. Ama pençeleri cesedin içinde donmuştu. Akbaba, cesetle birlikte girdaptan aşağı uçtu ve boğularak öldü.
İşte günahlara karşı Mü’minin durumu da böyledir. Sabah namazını ilk defa kazaya bırakan bir mümin çılgına döner; hıçkıra hıçkıra ağlar, sadakalar verir, tövbe istiğfarlar eder. Hassasiyeti nispetinde pişman olur. Ama birkaç defa bu günahı tekrar ederse, yavaş yavaş ılıklaşmaya başlar. An gelir “burnunun ucuna konan sineğin ısırması” kadar bile etkilenmeyebilir. Çünkü ılıklaşmış ve duyarsızlaşmıştır. Zamanla o günahı küçümsemeye başlar, hatta o günahın günah olmadığına dair savunma mekanizmaları bile geliştirir. Ilıklaşma süreci sonucunda iradesi felç olmakla kalmaz, maazallah imanı da ılıklaşmaya başlar.
Ilıklaşmak, tepkisizleşmek ve duyarsızlaşmaktır. Bir nevi hissi iptal etmektir, donuklaşmaktır.
Ilıklaşmanın bir sonucu olarak, ertelemeler başlar. Ertelediğimiz her şey bizi eritir ve yok eder. Yarınlar, yarınlara bırakanlara “yar” olmadılar. Onları “yârdan” uçurup, helâk ettiler.
Ilıklaşmanın bir sonucu olarak, yok saymalar başlar. Yok sayıp görmezden geldiğimiz her şey, gün gelir gözümüzü çıkarır. İhmal ettiğimiz hususlar bizi ihmal etmez, “imha” ederek, ihmal etmediğini bize gösterir.
O yüzden bütün güzellikler; sürekli tekrar edilerek, üzerinde yoğunlaşarak canlı ve taze tutulur. Kötülükler ve bağımlılıklar için ekstra bir gayret sarfetmemiz gerekmez. Çünkü, dikenler ekilmez. Tarlanın bakımı terk edildiğinde, dikenler kendiliğinden ortaya çıkar. Karanlık doğmaz. Güneş battığında zaten karanlık ortaya çıkar.
Ilıklaşma sonucu insan, tüketim bağımlısı olur ve tükettikçe tükenir. Bakınız bir reklamcının itirafı:
“Reklamcıyım; evet, kâinatı kirletiyorum... Ben size asla sahip olamayacağınız o güzel şeylerin hayalini kurduran adamım. Hep mavi gökyüzü, daima güzel kadınlar, Photoshop’ta rötuşlanmış kusursuz bir mutluluk. Zar zor biriktirdiğiniz paralarla rüyalarınızın arabasını satın almayı başardığınızda, ben onu çoktan demode etmiş olacağım. Ben üç model önden gidiyorum ve sizi yenilik bağımlısı yapıyorum.
Salyalarınızı akıtmak...
İşte benim kutsal görevim bu. Benim mesleğimde kimse mutlu olmanızı istemez. Çünkü mutlu insanlar tüketmezler.”
Ilıklaşma sonucu insan silik bir kişiliğe sahip olur. Canlılığını ve tazeliğini kaybeder. Sıradanlaşır ve basitleşir. Alışkanlıkların esiri olur. Ilıklaşma sürecinde kişi taksit, taksit ölür. Ama sürecin nasıl çalıştığını bilmediği için kendini hala yaşıyor sanmaktadır. Algılarının başına ne gibi bir çorap ördüğünden habersizdir.
Hapishanedeki mahkûm tedavi için hastaneye her gittiğinde bir organını dışarı bırakıyormuş, yani ameliyatla azar, azar alıyorlarmış.
Müdür, mahkûma takılmış:
–Bana bak, sen taksit, taksit firar ediyorsun!
İnsanda her ertelemede bir parçası erir, her ertelemede bir parçası duyarsızlaşır, her ertelemede bir parçası ölür.
Ama o hala kendini aynı sanmaktadır.
Ilıklaşma sürecinden en büyük pay anne-babanın ve büyük anne-babanın zehirli sevgileridir. Burada açı örneğini vermemiz konuyu iyice aydınlatacaktır. Altı senelik dev bir açı düşünelim. Açının başında yaptığımız bir milimlik oynama, açının sonunda çok büyük bir sapma açısı meydana getirecektir.
Bir çocuk küçüklüğünden itibaren; tertip düzene alıştırılırsa, aldığını yerine koymaya alıştırılırsa, odasını toplamaya alıştırılırsa, başladığı işi bitirmeye alıştırılırsa, yaşına göre yüklendiği sorumlulukları düzenli olarak yerine getirmeye alıştırılırsa, altı yaşına geldiğinde bu alışkınlıklar onda kökleşecektir.
Eğer bu hassasiyetler yolun başındayken kazandırılmadıysa, yolun sonuna gelindiğinde sihirli süre kaçırılmış olacaktır. Bundan sonraki yapılanma hem büyük bir efor gerektirecek, hem de tutması kolay olmayacaktır. Altı yıl boyunca toplamaya alışmış bir çocukla, altı yıl boyunca dağıtmaya alışmış bir çocuk bir olur mu? Altı yıl boyunca dağıttığı eşyaları bir gün gelecek ve artık dağıtmaz hale gelecek ve sürekli toplayacak öyle mi? Bu sadece kuru bir temenniden ibarettir. Kişi istese de bunu yapamaz. Çünkü irade felç olmuştur. Felçli bir irade, kanserli uzuvdan daha tehlikelidir.
Her güzel tekrar edilmezse, yerine hemen kötü bir alışkanlık çıkıverir ve o tekrarlanmaya başlar. Büyüyen her küçük şey, zaman gelir sahibini yutar. Her kötü alışkanlık ertelene, ertelene terk edilen güzel bir alışkanlığın sonucudur. Daha açık ifade edecek olursak, kötü alışkanlıklar terk ettiğimiz güzel alışkanlıkların intikamıdır! Güzellerin ölümü, kötülerin doğumudur. Çünkü fıtrat boşluk kabul etmez. “Sen kendini hakla meşgul etmezsen, batıl seni istila eder.”
Dinimiz İslâm; hiçbir şeyi Cenab-ı Hak’tan daha fazla sevmemizi istemiyor. Bu yüzden müthiş bir irade eğitimi veriyor. “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe en iyiye erişemezsiniz...” (Al-i İmrân. 92) ayet-i kerimesinin bir hikmeti de Allah’u Alem bu olabilir. Yüce Rabbimiz; en çok sevdiğimiz şeyleri rızası yolunda infak ettirerek, eşyaya bağımlılığımızı engelliyor. Mal canın yongasıdır demiş atalarımız. Sevdiğimiz her şey sevgimiz miktarınca görünmez bağlarla bizi bağlıyor, adeta irademizi felç ediyor.
Hikmetli bir sözde buyrulmuş ki: Verirken sanki canı çıkıyormuş gibi verir. Dünyevileşme süreci kurbağanın aynı ılık su fantezisine benziyor. Kişi sahip olduğu şeylerin zamanla esiri haline geliyor. Başlangıçta araç olarak istenen imkânlar, sonra amaca dönüşüyor. O güzel niyetler yerini tutkulara ve bağımlılıklara terk ediyor.
Şairin dediği gibi:
Harf, harf hevamızı hecelerken,
Cümle, cümle seni sattık davam.
Hizmet deyip villalarda gecelerken,
Keyfimize, keyif kattık davam.
O yüzden İslam komutanları bir yere sefere giderken;
–Üzerinize öyle bir orduyla geliyorum ki, sizin hayatı sevdiğinizden ziyade ölüme müştaktır buyurmuşlardır.
Öyle ya, hayatı canı gibi sevenleri, ancak ölümü canı gibi sevenler korkutabilirdi.
Yine Bizans kralı bir Arap casustan Müslüman askerler hakkında bilgi alıyor:
-Onlar ne yapıyorlar?
Casus:
–Gündüzleri ok ve kılıç talimi yapıyorlar. Ölümü özlüyorlar. Geceleri de ibadet ediyorlar.
Kral:
–Allah beni onlarla, onları da benimle karşılaştırmasın diyor.
İngiliz komutanı Çorçil;
-Her imkânınız olmasına rağmen, neden Türk Askerine mağlup oldunuz diye eleştiren muhaliflerine şöyle cevap vermiştir:
–Ben topun namlusundan cenneti seyreden bir askerle asla savaşamam!
Tekrar başa dönecek olursak…
Ilıklaşma sonucu kişi şahsiyetinden uzaklaşır, özünden uzaklaşır ve herşeyini kaybeder. Bir gün aynaya baktığında orda bir yabancı görür. Çünkü, kendinden çok uzaklara düşmüştür. Özünden uzağa düşen, zamanın tuzağına düşer.
Tıpkı aşağıda ki hikâyede anlatıldığı gibi…
Eski zamanlarda meşhur bir efe varmış. Boylu, poslu, yiğit bir efeymiş. Kızanları, naipleri varmış. Bir gün çeşme başında gördüğü bir Rum dilbere âşık olmuş, hem de delicesine. Uzun zaman onun aşkıyla yanmış, kavrulmuş. Sabrı tükenince aşkını Rum dilberine ilan etmiş. Rum dilber yakışıklı efeyi beğenmiş ama demiş ki:
-Ben babamın sözünden çıkamam. O ne derse o olur. Onu ikna etmen gerekir. Efe çaresiz Rum dilberin evine varıp, kızı babasından istemiş.
Kızın babası bazı şartlar sıralamış:
-Öncelikle bıyıklarını keseceksin demiş. Efe istemeyerek de olsa bıyıklarını kesmiş.
-Kıyafetini değiştirip “zünnar” takacaksın demiş. Efe bu şartı da yerine getirmiş.
-Uzun bir süre domuzlarımın çobanlığını yapacaksın demiş. Bu şart efeye pek ağır gelmiş. Ama duyguları galip gelince çaresiz kalıp, domuz çobanlığını kabul etmiş. Uzun bir süre domuzların çobanlığını da yapmış.
Bir gün Rum dilber demiş ki:
-Filan gün babam bir ziyafet verecek, bütün dostlarına seni tanıtacak, sende o gün hazır olasın demiş. Efe istenilen gün eve varmış. Rum dilberin babası dostlarına bizim efeyi tanıtmış:
Bu efe; yakışıklı, yiğit, pos bıyıklı bir dağ efesiydi. Naipleri, kızanları vardı. Kızıma âşık olmuş. Benden kızımı istedi. Bende bazı şartlar öne sürdüm. Kızımın aşkına;
-Efeliği bıraktı, naiplerini kızanlarını dağıttı.
-Pos bıyıklarını kesti.
-Zünnar taktı.
-Uzun bir süredir, domuzlarımın çobanlığını da yaptı. Şimdi gelmiş benden kızımı istiyor.
Halbuki ben Efeye söz vermiştim. Bu ise efeye hiç benzemiyor. Bu haliyle daha çok soytarılara, ibnelere benziyor. Ben, soytarılara, ibnelere kız vermem!
ÇIKARILACAK MUHTEMEL DERSLER:
“Dönemeyeceğin sahilden fazla uzaklaşma!”
Dişin minesi delindi mi çürüme hızlanır.
Kanatları altınla kaplı kuş uçamaz.
İnsan hayat için lazım olan şeylerin, hayatın kendisi olmadığını anladığı zaman terakki etmeye başlar!
Zira araçları amaç haline getirmek, samani ideali haline getiren ineğe yakışır, insana değil!
Her tatmin, huzur vermez.
İnsanı mutlu eden şey; elde ettikleri değil, elde ettiklerini anlamlandırma biçimidir.
Yapmamamız gerekenleri yapmamız,
Yapmamız gerekenleri yapmamamızdan önceliklidir!
Küçüktü önemsemedim, büyüdü hakkından gelemedim.
Erteleyenler helâk oldu.
İnsanı sadece gıdalar zehirlemez, alışkanlıkları da zehirler.
Duygular, akıl tarafından kontrol edilmek için vardır.
İnsan duygularını kontrol edemezse, duyguları tarafından kontrol edilir.
Felçli bir irade kanserli bir uzuvdan daha tehlikelidir.
Büyüyen her küçük şeyden korkunuz. Gün gelir o, sahibini yutar.
Daima denginle konuş.
Denginle konuşmazsan, dengeni kaybedersin.
Nice bebeksi suratlar, nice köpeksi ruhlar saklar.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.