
Erdem Yazaroğlu
İDAM MAHKÛMU DARAĞACINA DOĞRU YÜRÜRKEN…
Bir idam mahkûmu için 60 metre ilerde bir darağacı kursak, bu darağacına giden yolu çok kıymetli halılarla döşesek, idam sehpası som altından olsa, boynuna geçecek ilmik ibrişimden olsa, idam sehpasına giden yolun iki tarafı da çok meşhur insanlarla dolu olsa ve onun idam sehpasına yürüyüşüne adım, adım eşlik edip ve alkışlasalar, idam mahkûmunun cebi paralarla dolu olsa, altın simlerle süslenmiş en güzel kıyafetleri giydirsek, en güzel yemekleri yedirsek, en güzel içecekleri içirsek, o idam mahkûmu kendisini asacak olan idam sehpasına doğru yürütülürken bütün bu güzellikler, biraz sonra asılmaktan gelen dehşetli elemi ve acıyı izale edebilir mi? Elbette edemez. Çünkü bütün bunlar onun ölmesini engellemiyor. Aksine bütün bu lezzetlerden, bütün bu güzelliklerden ayrılacağı için, daha çok elem çekecektir. Çünkü insan, fıtratına konan ebed duygusuyla; tattığı, gördüğü, dokunduğu bütün güzelliklerin ebedi olmasını ister. Onların yok olmasına razı değildir.
Ayrılık bile insana derin acılar yaşatırken, ayrılığın büyüğü olan ölüm, inançsız insana tarifi imkânsız acılar yaşatır. O yüzden kâfirin kalbinde yanan cehennemle, ahirette yanan cehennem kıyaslansa, ahirette yanan cehennem daha serin kalır.
Âlemin küfre göre, hem başı, hem sonu "hiç"
"İki hiç" arasında varlık olur mu hiç?
diyerek Üstad Necip Fazıl bu gerçeği dile getirmektedir. O yüzden kâfirin İç dünyası; hiçlikle, acılarla doludur. Geçici olarak neşeli ve mutlu olmaları, bu acıyı bir nebze unutmak içindir.
60 metrelik yolda ilerleyen o idam mahkûmu, işte ateist ve kâfir olan insandır. Ölüm onun için idam sehpasıdır. İdam sehpasının süslü olması, onun bu dünyada yaşadığı lüks hayata işaret etmektedir. İdam sehpasına giden yolda en meşhur insanların onu alkışlaması, kendisi gibi ateist olan insanların ölüm anında ona eşlik etmesidir. Sıfırların artması bir keyfiyet değildir. O yolda ne kadar kâfir eşlik ederse etsin, acılarını artırmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.
Ayrı, ayrı zaman ve mekânlarda, birçok ateistle oturup konuştum. Onların acılarını dinledim. Birbirini tanımayan ve birbirini hiç görmemiş ateistlerin bahsettiği bir olay inanın çok dehşet vericiydi... Bu ateistler hafakanları bastırınca zaman, zaman kafalarını klozete soktuklarını itiraf ettiler. Bu insanlar ayrı mekânlarda yaşıyorlardı ve birbirlerini asla görmemişlerdi.
Ama işte küfür öyle bir cehennemdir ki, Ahiretteki Cehennem onun yanında çok serin kalır. Kâfir daha Cehenneme girmeden, Cehennem hayatı yaşamaktadır.
Onun lüksü, imkânlarının zenginliği ve yaşadığı debdebeli hayat, müebbet hapse mahkûm olmuş bir insanın, zindandaki hücresinde uyurken gördüğü bir-iki saniyelik rüyadan ibarettir. Çünkü, sonsuz Ahiret hayatıyla kıyaslandığında bu dünya hayatı, sonsuz ahiret hayatının yanında, nokta kadar bile varlık gösteremez. Kaldı ki, kâfirin dünyada yaşadığı 60 yıllık hayat, zindanda görülen bir saliselik rüyadan ibarettir.
Bütün bu lüks imkânlarına rağmen, yaşadıkları kuralsız hayata rağmen, kendi kafalarını pis klozetin içine sokmaktan kurtaramıyorlar.
Çünkü, kafalarının içindeki inkâr pisliği, onları pis klozetin içine sokuyor.
Çünkü, benzerler birbirini çeker.
Demek ki iman ne büyük bir nimet!..
Son nefesimizin enfes bir nefes olması dileğiyle!
Ah İçimdeki Fırtına!
Devrim biraz sonra yapacakları piknikle ilgili arkadaşlarına bilgi veriyordu:
–Yoldaşlarım!
Sınav haftasını kazasız, belasız atlattık. Güzel bir pikniği hak ettik sanırım. Birazdan, daha önce gittiğimiz ormana doğru hareket edeceğiz. Üç grup halinde yola çıkacağız. Birinci grubun başında ben olacağım. İkinci grubun başında Kaya, Üçüncü grubun başında Serkan olacak. Tüm hazırlıklarımız tamam olduğuna göre yola çıkabiliriz. Sizler benim arabayı takip edeceksiniz. Birbirimizi kaybetmemeye özen gösterelim. Yolu kaybetmeniz halinde telefonlaşalım.
Devrim sözlerini tamamladıktan sonra grubuyla birlikte arabasına bindi. Kaya ve Serkan’ın grubu, hazır olunca yola koyuldular. Kısa süren bir yolculuktan sonra, şehir dışına çıkmışlardı bile. Arabalar ormana giden yokuşu tırmanırken, gençlerde koro halinde şarkı söylüyordu. Kızlar, ince sesleriyle erkek arkadaşlarına eşlik ediyordu. Bazen kuş cıvıltıları gençlerin şarkılarına karışıyor, hoş melodiler meydana getiriyordu. Rüzgârın fısıltısı, kuşların cıvıltısı gençleri coşturuyor, kendilerinden geçiriyordu. Ormana yaklaştıkça, birbirinden güzel kokular çevreye yayılıyor, gençlere adeta koku ziyafeti sunuyordu.
Biraz sonra üç grup ormanın girişine ulaşmıştı. Devrim:
–Arkadaşlar! Arabalar burada kalsın. Zaten buradan öteye yol gitmez. Daha önce, piknik yaptığımız bir yer vardı. Eşyalarımızı oraya taşıyalım. Çok güzel bir yer. Fazla uzak değil. Birkaç dakika yürüyeceğiz. Ama yorgunluğumuza değecek. Dibinde güzel bir çeşme var. Sonra akşama kadar, gel keyfim gel!
Devrim önden yürüyerek yolu açıyor, arkadaşları gruplar halinde onu takip ediyordu. Birkaç dakika sonra piknik alanına ulaşmışlardı. Devrim neşeyle arkadaşlarına seslendi:
–Bakın, gördünüz mü? İşte şurası. Aynen bahsettiğim gibi. Az ötede çeşme var. Şarıl şarıl akıyor. Burada iyi kafa çekilir yani.
Kaya itiraz etti:
–Devrimcim, sanırım sıcak başına geçmiş, bizden önce orayı kapmışlar, orada bir grup var.
Devrim:
–Olsun yahu bizi yemezler ya, biz de az ötelerinde piknik yaparız. Yer geniş nasıl olsa.
Kaya:
–Pek sanmam, adamlar kitap okuyorlar, başlarında da takke olduğuna göre, bunlar gerici bir grup olabilir. Onların yanında rahat olamayız.
Devrim:
–Bizler devrimci gençliğiz. Burada gericiliğe müsaade edemeyiz. Gidip şu adamlarla konuşalım. Bir kaçınız benimle gelsin.
Devrim arkadaşlarıyla birlikte kitap okuyan, takkeli gruba doğru yaklaştı:
–Günaydın arkadaşlar, burada ne yapıyorsunuz?
Kitap okuyan takkeli grup, Devrim ve arkadaşlarını fark etmişti. Ellerinde kitapları olduğu halde, gelen grubu süzüyorlardı. Hallerinde sükûnet ve rahatlık vardı. İçlerinden, uzun boylu ve nur yüzlü bir genç Devrime doğru ilerledi:
–Merhaba Devrim, merhaba Serkan, merhaba Kaya!
Hoş geldiniz. Biz burada Kur’an Tefsiri Okuyoruz. Benim adım Özgür. Bunlar da arkadaşlarım.
Devrim neye uğradığını şaşırmıştı. Şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacaktı. Karşısındaki genç kendisine ve arkadaşlarına isimleriyle hitap ediyordu.
–Tanışıyor muyuz diye kekeledi…
Özgür gülümseyerek:
–Bundan üç yıl önce bir gençlik kulübünde sizlerle tanışmıştım. Grup kalabalık olduğu için beni hatırlamıyor olabilirsiniz.
Devrim:
–Demek bizim kulübe gelmişsin, pekiyi şimdiki bu halin ne?
Özgür:
-Hâlime ne olmuş ki?
Devrim:
–Tesadüfe bak sen. Kulübümüzün kayıp bir üyesi, piknik alanında karşımıza çıkıyor. Başında takke, elinde tefsir. Senin beynini yıkamışlar oğlum. İçkisiz, kadınsız hayat mı olur? Ot gibi bir hayat bu. Seni kulübümüze geri dönmeye çağırıyorum.
Özgür:
–Şimdi beni iyi dinle Devrim. Ben sizin yaşadığınız hayatın içinden geliyorum. Evet… beynim şüphe ve inkâr kirleriyle doluydu, nurlu fikirlerle yıkandı, temizlendi. Çünkü; kirlerden, şüphelerden arındı. Hayatım, imanın nuruyla aydınlandı. Anlamsızlıktan, başıboşluktan kurtuldu. Ot nedir biliyor musun? Kendisini kesmek için gelen bıçaktan habersizdir ot. Sizlerde öyle yaşıyorsunuz. Günde yüz binlerce insan ölüyor. Görmezden geliyorsunuz.
Her geçen gün, kabre doğru atılan dev bir adımdır.
Her geçen gün, ömür binanızdan düşen bir tuğladır.
Yolunuzun üzerinde ağzını açmış sizi bekleyen bir kabir var. Ölüme karşı gözünüzü kapayarak yaşamaya çalışıyorsunuz. Aklınızı uyuşturuyorsunuz. Hiç düşündünüz mü, milyarlarca insanı kabristana taşıyan ölüm, bizlerden ne istiyor? Eğer kabir sizin için bir hiçlikse, bir yokluksa mutlu olmanız mümkün değil.
Çünkü, idam sehpasına doğru asılmak için adım, adım yürütülen bir mahkûm, idam sehpasının süslenmesinden lezzet alabilir mi? Elbette alamaz.
İşte bu sebeple sizler, sürekli olarak aklınızı uyuşturuyorsunuz. Çünkü, aklınız size sürekli olarak ölümü ihtar ediyor. Her dakika binlerce kez ölüyorsunuz. İçinizde müthiş fırtınalar esiyor…
Özgür burada sustu. Derin bir nefes aldı. Eski kulüp arkadaşlarını teker, teker süzüyordu. Sonra kelimelerin üzerine basa, basa konuşmasına devam etti:
–Sevgili Arkadaşlarım! Bizler önceden ne yapıyorduk…
İçimizde müthiş fırtınalar vardı.
O fırtınaları dindirmek için, dışardan fırtına koparıyorduk…
İçki içmeler, kadınlı-erkekli eğlence gurupları, gece hayatları… Sonra bol, bol özgürlük nutukları… Aklımız sıra içimizdeki fırtınaları bastırmaya çalışıyorduk.
Allah’a şükürler olsun ki, İman Hakikatleri sayesinde, “İçimdeki Fırtına” dindi. Dışımdan fırtına koparmaya gerek kalmadı. Özgür, nefsin esaretinden kurtuldu, gerçek özgürlüğüne kavuştu.
Ben sizi bu iman Hakikatlerini okumaya, anlamaya davet ediyorum. Göreceksiniz… İçinizdeki fırtınalar hemen dinecek, dışardan fırtına koparmaya gerek kalmayacak. İmanın sıcaklığını, ruhunuzda ılık, ılık hissedeceksiniz. Hayatınız anlamsızlıktan, başıboşluktan kurtulacak. Düşünceleriniz berraklaşacak ve netleşecek. Şüphe ve inkâr kıskacında çırpınmaktan kurtulacaksınız.
Ayrıca şunu da ilave etmeliyim ki:
Ben lezzete lezzet demem, meşru olmayınca.
Ben lezzete lezzet demem, ebedi olmayınca.
Devrim ve arkadaşları çıt çıkarmadan Özgür’ü dinliyordu. Özgür’ün konuşması bitince müsaade alarak, gruba doğru yürümeye başladılar.
Serkan:
–Vay be, çocuk ne kadar değişmiş. Sesi, yüzü, hali beni çok etkiledi gerçekten. Ne kadar mutlu görünüyordu. Bizim ise her şeyimiz var, ama mutluluğumuz yok. Ne dersin Devrim?
Devrim başını yere eğmiş sessiz, sedasız duruyordu. Serkan, Devrimin yanına sokularak:
–Devrim yanlış bir şey mi söyledim, soruma niye cevap vermiyorsun?
–Devrim başını kaldırdı. Gözlerinden pırıl, pırıl yaşlar damlıyordu. Serkanın şaşkın bakışları arasında eğilerek kulağına fısıldadı:
–Çünkü İçindeki fırtınalar dinmiş, anlamıyor musun?
Ah içimdeki fırtına!.. Ah içimdeki fırtına!.
İçimdeki Acı Daha Büyüktü
Kafasına kurşun sıkarak intihara kalkışan Ziya Gökalp’i Dr. Abdullah Cevdet bir Rus doktorla birlikte ameliyata alır. Kurşunu çıkarmaya çalışırlarsa da çıkaramazlar. Kurşun beyni zedelememiştir, ama içeride kalmıştır. Morfinsiz olarak yapılan ameliyattan sonra, Rus doktor hayretle sorar:
“Ameliyat sırasında hiçbir acı duymadınız mı?”
Ziya Gökalp içindeki boşluğun dayanılmaz itirafı niteliğinde şu cevabı verir:
“İçimdeki acı, başımdaki yaradan daha güçlüydü”
Ve 1924’te beynindeki kurşunun ilerlemesi sonucu Ziya Gökalp Fransız Hastanesinde sabaha kadar kafasına duvarlara vura, vura ölüp giderken galiz tabirlerle Allah’a küfrediyordu (Zafer, Eylül 1995)
Ateistler Derneğine Gelen Telefon…
Bir şehirde ateistler derneği kurulmuş.
Dernek, başkanını seçmiş ve bunu gazete yoluyla halka duyurmuş.
Bir kardeşimiz ilânda gördüğü telefon numarasından derneği aramış:
–Tebrik ederim, ateistler derneği başkanı seçilmişsiniz.
–Teşekkür ederim beyefendi.
–Yalnız küçücük bir derneğe başkan seçmeye ne gerek vardı ki…
–Olur mu beyefendi, hiç dernek başkansız olur mu?
–Pekiyi sayın başkan, ateistler derneği bile başkansız yönetilemiyor da, şu koskoca kainat bir yaratıcı olmadan nasıl yönetilecek?
Tabi ki telefon tak kapanıyor.
Botanik Profesörünü İlzam
Bir botanik profesörü, derste öğrencilere anlatıyormuş:
–Yağan yağmurlar yaprağın üzerinde birikirler. Eğer su damlaları yaprağın üzerinde kalsaydı, açan Güneş’e bir mercek vazifesini görecek ve yaprağın yanmasına sebep olacaktı. İşte yaprağın yaşaması için tabiat ona oluk ve damarlar takmıştır. Bu oluklardan su aşağıya doğru akıp gider…
Allah-u Teâlâ’nın bu hikmetli icraatını, tabiattan bilen hocasına kızan zeki ve imanlı bir talebe ise el kaldırarak söz ister ve hocasını şöylece ilzam eder:
–Hocam, biraz önce yapraktaki bu kanalları tabiatın taktığını söylediniz. Eğer bu hikmetli işi tabiat yaptıysa, olsa olsa tabiatın içindeki en zeki varlık olan insan yapmıştır. Ve eğer insan yapmışsa, herhâlde bu işi en iyi bilen botanikçiler yapmıştır. Siz şimdiye kadar kaç tane yaprağa bu kanallardan taktınız?
Bu soru karşısında cevapsız kalan öğretmen, talebeye:
–İllaki Allah mı yaptı diyelim? deyince, imanlı talebe de soruya soruyla karşılık vermiş:
–İllaki tabiat mı yaptı diyelim?
Demek, yapraklara takılan kanalların dahi birer vazifesi vardır ve bu kanallar gibi her şey bir gaye ve hikmet tahtında icat edilmekte, hiçbir şey israf edilmemektedir. İşte bu, hikmet delilidir.
Peyami Sefa’nın Bir Ateiste Cevabı
Okuyucularından biri, Peyami Safa’ya şu mektubu gönderir:
“Koca Peyami!
Allahtan bahsetmek senin ağzına yakışmıyor. Çünkü kafan çalışıyor ve mantığın sağlamdır… Yoksa sende mi ölümden korkmaya başladın?”
Peyami Safa şu şekilde cevap verir:
Ey koca kafalı;
Dünyanın, Eflatun’dan Farabi’ye, İbn-i Sina’ya, Mevlana’ya, Hegel’e, Einstein’a, Bergson’a ve bütün hayatta bulunan doğulu-batılı meşhur bilim adamı ve filozoflarına varıncaya kadar “kafası işleyen ve mantığı sağlam” yüz binlerce dahi ve mütefekkir, Allah’a inanır.
Allah’ı körü körüne inkâr etmek kolaydır ve kârlı görünür; insanı güya hesap vermekten kurtarır.
Fakat Allah’ı metafizik, felsefi ve ilmi delillerle inkâr etmek O’nu ispat etmekten daha zordur. Allah’a inanmak değil, inanmamak insanın boyunu aşar. Allahsız filozoflar bile tabiat şuuruna inanmışlardır. Arada, bir kelime ve derece farkından başka bir şey yoktur.
Unutma ki insanlar arasında Allah’a inanan dehalar ve büyük zekâlar pek çoktur. Eşekler arasında ise hiç yoktur.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.