Çubuk İlçesinin Tarihi

ÇUBUK İLÇESİNİN TARİHÇESİ


          Çubuk; ovaya ve içinden geçen çaya adını veren bir yerleşim merkezidir. Türklerin Anadolu’ya hakim oldukları dönemde kurulan yerleşim yeri, Ankara’nın kuzey doğusunda Karadeniz bölgesinin geçiş kuşağında yer alır. Adını kurulduğu yerin yeşil olmasından almıştır. Çubuk, Ankara savaşı ile birlikte tarihi önem kazanmış bir ilçemizdir.


           İlk ve orta çağdan itibaren Kral ve İpek yolu güzergâhında bulunan ilçemiz toprakları, tarihi gelişim sürecinde, ister yerleşme, ister ekonomik faaliyetleri ile bazen hızlanan, bazen yavaşlayan dönemleri yaşayarak günümüze gelmiştir. Orta Anadolu bölgesinin geçiş kuşağında bulunan ilçemiz, Çubuk Ovası ve Çubuk Çayının suladığı topraklar, dünden bugüne yerleşmenin yoğunlaştığı tarım alanlarıdır. Ankara’nın fethedilmesinden sonra kurulduğu tahmin edilen ilçemiz yerleşim alanı, tarih içinde Hattiler, Hititler, Frigyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlı hakimiyetinde kalmıştır. Bıraktıkları tarihi kalıntı ve izler; bu uygarlıkların kültür ve medeniyetlerini günümüze  ulaştırmıştır. 

 


         Çubuk ve çevresinde ilk yerleşen Türk boyları genellikle harabe ve yüksek yerleri seçerek yeni iskan merkezleri kurmuşlardır. Bu nedenle bölgede Roma ve Bizans dönemi izlerine rastlanır. Çubuk’ta Balıkhisar köyündeki kalıntılar, Camili ve Çat Köy’deki kale ve kalıntıları, Güldarpı köyünde yapılan kazılarda bulunan mermer aslan heykeli ve Yakup Derviş köyündeki mezar kalıntıları Roma ve Bizans dönemine ait kalıntılardır.

 

         Türklerin bölgeye yerleşmelerinin, Ankara’nın fethinden sonra gerçekleştiği kabul edilmektedir. Bölgeye gelen Türkler  askerlerinin yanında ailelerini, gelenek, göreneklerini, inançlarını ve yol boyunca kazandıkları maddi, manevi kültür değerlerini de yanında getirmişlerdir. 


        İlçemizde bulunan Sele Köyünde türbesi olan Seyyid Kalender Veli, bir derviş olup,Horasandan gelen alperenlerdendir. İlçemiz Cumhuriyet Mahallesinde (Çubuk Lisesi yanında) daha önce bulunan ve şimdi yerinde iskan edilen binaların bulunduğu Gül Baba türbesi (zaviye) de döneme ait izler arasında yer alır.
        Gelen erenler, Ankara ve çevresinin Türkleşmesinde, yurt olmasında öncü olmuşlardır. İlçemiz ve  Ankara çevresi 1354 yılında Osmanlı hakimiyetine katılmıştır. Osmanlı kaynaklarında Çubuk Bazarı, Çubukabad aslında yerleşim yeri olarak geçer. Abad: mamur, şen ve bayındır anlamına gelir. Evliya Çelebi 17. yüzyılda doğudan batıya doğru yaptığı seferi anlatırken; Çubuk ovasını 10 gün boyunca gezdiğini ve burasının 150 akçelik kaza, 7 nahiye ve 70 köyden oluştuğunu belirtmektedir. Evliya Çelebi seyahatnamesinden anlaşılacağı üzere ilçemizin 1648 yılında bir yerleşim yeri olduğu açıktır.


        1902 yılında kaza olmuş, 1907 yılında Ankara’ya bağlı nahiyeye dönüştürülmüştür. 21 Ekim 1920’de TBMM başkanı Mustafa Kemal Paşa ve bakanlar kurulu imzasıyla tekrar kazaya dönüştürülen Çubuk’ta bulunan Ravlı (Akyurt ) ve Sirkeli köyleri nahiye yapılmıştır. 1990 yılında Akyurt Çubuk’tan ayrılarak ilçeye dönüştürülmüş, 2005 yılında alınan kararla da Ankara Büyükşehir sınırları içerisinde yer almaya başlamıştır.
         Mustafa Kemal Atatürk 1933 yılında; Melikşah köyünde yer alan açık havuz şeklindeki Melikşah hamamını, 16.06.1935 tarihinde başbakan İsmet İnönü, Ali Çetinkaya, cumhurbaşkanılığı muhafız alayı komutanı binbaşı İsmail Hakkı Tekçe ile yaptığı gezide ilçemizi onurlandırmış ve halkımızın sıcak sevgisi ile karşılanmıştır. Çarşı merkezinde üzeri kapalı tutulan su kuyusu yanında hatıra fotoğrafı çektiren Atatürk ve maiyetindeki heyet ile birlikte şimdiki belediye binasının bulunduğu çay bahçesinde istirahat etmiş, halk ile sohbet ederek daha sonra Kışlacık Köyü ve Karagöl’ü ziyaret etmişlerdir. Aydos dağı yaylasında  küçükbaş hayvancılığı geliştirmek amacıyla Atatürk’ün emri ile yaylaya mandıra yapılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk “Tarih, bir milletin kanını, hakkını ve varlığını hiçbir zaman inkar edemez” diyerek tarihin önemini vurgulamıştır.

ANKARA SAVAŞINDAN ÇUBUK OVASINA

{20 - Temmuz - 1402 Cuma)

a. Savaşın Sebepleri:

Onbeşinci asrın son yıllarında Asya'da iki hükümdar vardı. Bunlar­dan bîri olan Timur, Çin'den doğu Anadolu'ya, Rusya bozkırlarından Su­riye ve Basra körfezine kadar olan geniş bölgede, ayakta bir tek devlet bı­rakmadı ve cihangirlik iddiasında bulunmaktaydı. Diğeri Yıldırım Beya­zıt ki; ona karşı koyabilecek tek hükümdardı.

Sebepler her ne olursa olsun, kader bu iki hükümdarı Çubuk ovasın­da karşı karşıya getirdi. Biz görünüşteki bu sebepleri şöylece özetleyebi­liriz.

1.       Timur ve Yıldırım Beyazıt arasında sokulan nifak tohumları,

2.  Her iki hükümdarın birbirlerinin güçlerini üstün görmeleri,

3.   Her İkisinin de Asya kıtasına hâkim olma isteği,

4.   Yıldırım'ın Anadolu'da Türk birliğini kurmak istemesi,

5.   Timur'un istilâcı bir yapıya sahip oluşu,

6.   Timur'un Yıldırım'dan bazı isteklerde bulunması,

7.   Yıldırım'ın bu istekleri yerine getirmeyişi,

8.   Yıldırım'ın mektuplarında sert cevap verişi,

9.   İlk hücumu Timur'un başlatması, 10. Diğer sebepler...

 

 

b. Savaş Alanı:

 

Bu savaşta, Ankara kalesi ve Bentderesi denilen yerin rolü vardır. Asıl savaşın cereyan ettiği yerleri şöylece sıralamak mümkündür.

Melikşah köyünün güneyi, Mire dağının olduğu yerler, Kaplı veya Ka­padı boğazıyla, Karyağdı dağının kuzey kısmındaki Karabayır ve yanlarındaki sarp boğazlar. Mire dağının oldukça sarp batı yamaçları, Böyrek tepe­leri, kızıl renkli sarp yamaçlı Çalkaya mevkii, Bahadırtepe, halkın ağzın­daki menkıbelere uyan ve tarihlerin de kaydettiği Çıtağan, Menadır, Baha­dır, Böğrek tepeleri, Çataltepe veya Yarbayırları ki; bu sahada Esen, Buğa, Suriye Türkmenleri'nden Sancar köyleri vardır. Bunlar Timur'un kuman­danlarının isimleridir.

Ova çayı boyunda, Yağıbasan, Yayalar, Arkasıyan, Yıldırım'ı esir eden zatın ismine nisbetle bu olay ve yerini tesbıt eden Mahmut Oğlan Köyü var­dır. Kuzeyindeki Cankurtaran tepesi, iki adet Okçular köyü, Çubuk çayı mıntıkasında bulunan 1611 rakımlı en yüksek ve önemli Mire dağı ve Çu­buk kazası yakınında bulunan Çubuk ovasıdır ki; gerçekten burada ordula­rın yayılmaları için oldukça uygun bir saha vardır.

Yalnız savaş meydanında ve yakınında su az olmasına ve temmuzun yakıcı güneşi altında Çubuk çayının akmamasına rağmen Melikşah köyün­de iki çeşme, ayrıca iki de ılık suyu olan kaplıcanın o günlerde daha çok ak­tığı düşünülebilir.

Asıl savaşın geçtiği alan, Yıldırım dağı, Aydos dağı ve etekleri ile şim­diki Çubuk ovasıdır. En kanlı olay, Melikşah, Yazır, Kutuören, İkipınar, Kızılcaköy ve havalisinde geçmiştir.

 
Bu çevre gezildiği zaman, bu kadar asır geçmesine rağmen, savaşın izlerine bütün ihtişamıyla beraber rastlamak mümkündür. Melikşah köyü­nün kuzeyindeki Çaitepe'de Yıldırım Beyazıt'm kalıntıları savaşın unutul­maz izleridir.

 

c. Savaşın Akışı:

Tarihimizin en önemli olaylarından biri olan bu savaşı, bütün yönle­riyle aktaran kitaplarımız az değildir. Önemine binâen biz, en sâde şekliy­le özetlemeyi uygun bulduk. Çünkü konumuz sâdece tarihi yönümüz değil.. Fakat bu konudaki kaynakların en önemlilerini sonunda vermeye çalışa­cağız.

Timur'un Sivas'a kadar geldiğini duyan Yıldırım, derhal harekete geç­ti ve ordusunu İzmit, İznik, Bursa üçgeninde toplamaya karar verdi. Aynı zamanda ordusunu kuvvetlendirmek için gerekli tedbirleri alan Yıldırım, or­dusuyla beraber haziran ortalarına doğru, iki koldan yürüyüşünü yaparak; haziran sonunda Ankara tarafında ordugâhını kurdu.

Timur'un Sivas yöresinde bulunduğu ve Tokat yolu üzerinden hareke­te geçeceği haberini alan Yıldırım, Ankara'yı bir hareket üssü olarak kul­lanmak şartıyla bütün ağırlıklarını burada bırakıp, kendisi bir kısım kuvvet­lerle Tokat'a geldi. Orduyu şimdi Kadışehir, Artıkova, Akdağmadeni mın­tıkasında topladı. Böylece piyadenin rahatlıkla hareket edebileceği dağlık bir mıntıka seçilmiş ve düşmanın ilerleme ihtimali olan Kızılırmak vadisi de bir müfreze ile kapatılmıştı.

Sivas'ta bulunan Timur, bütün bu haberleri günü gününe ahyor ve duru­mun bir değerlendirmesini yaparak; ordusunu Kızılırmak vadisinden batıya doğru yürütüp, Yıldırım'ı kendi üzerine çekmek istiyordu.

Sivas'tan Kayseri'ye altı günde gelen Timur, orada erzak tedarikini yaptıktan sonra Kırşehir'e doğru hareket etti ve Yıldırım kuvvetlerinin bas­kısına uğramamak için de emniyet tedbirlerini aldı. Osmanhlar'dan haber almak için Yerköy taraflarına gönderilen Emir Şahmelik gibi öncü kuvvet­ler; Delice ırmağı kenarında büyük bir Osmanlı kuvveti bulunduğunu keş­fetti.

Durum oldukça ciddi olduğundan dolayı Timur telaşa düştü. Yıldı-nm'a nisbetle durumu pek müsait olmayan Timur; o gece alelacele ordusu­nu harp nizamına sokmaya çalıştı.

Sonradan Yıldırım kuvvetlerinin Kırşehir istikametinde ilerlediği an­laşıldı.

Timur bu durum karşısında istişare sonucu, ordusunu derhal harekete geçirerek Ankara üzerine yürüdü. Zaten Ankara yıldırımın hareket üssü idi. Ankara'nın derhal ele geçirilemeyeceğini tahmin eden Timur, Yıldırım'-ın  bütün kuvvetiyle yüklenmesinden endişe ederek ordusunu Ankara'nın güney doğusunda kuvvetli bir mevzi olan Kuyrukçudağ mıntıkasına yerleş­tirdi. Kendisi de Kırşehir'den Ankara önüne geldi. Ordugâhını Ankara'nın şimdi Demirlibahçe semtindeki bir köşke ve civarına yerleştirdi,

 

Ankara kalesinin etrafında bulunan su hendekleri lağımlar atılmak su­retiyle boşaltıldı. İlk saldırıyı Timur yaptı ve kendisi de durumu, Bendde-resi kuzeyinde bulunan Hazırlık mevkiinde izledi. Timur'un müthiş hücum­larına karşı, Ankara muhafızları, başlarında Ankara hâkimi Yakup Bey ol­mak üzere kahramanca savunuyorlar ve Timur'un askerlerini kale burçları­na yaklaştırmıyorlardı.

Timur önemli bir tedbir olmak üzere Bendderesi'nin mecrasını değiş­tirip Ankara'nın batısındaki İncesu'ya indirmek istedi. Fakat Yıldırım hiç ummadığı bir zamanda, tahmin etmediği bir istikametten bütün kuvvetiyle çıkagelmişti.

Timur baskına uğramıştı ve bu durum tehlikeli olabilirdi. Her neden­se Yıldırım, hemen hücuma geçmemiş, fakat Timur, derhal Ankara kuşat­masını kaldırarak ve bütün gece kumandan ve askerini seferber ederek savunma tertibatı alma fırsatı bulmuştu.

Bütün bunlara rağmen Timur heyecanlıydı, belki de ömrü boyunca böyle telaşlı dakikalar yaşamamıştı. Çünkü karşısındaki bir harp dahisiydi. Savaşın başladığı gece sabaha kadar Timur hiç uyumamış, dua ile geceyi geçirmişti.

Artık sabah oluyordu. Yıldırım ordusunun 12 kilometre uzaklıkta mevzi aldığı görülmeye başlamıştı. Yine de Timur Ankara önünde bulundu­ğu sürece, savaşın sonucuna tesir edebilmek için bazı önemli ve korkunç tedbirler almaktan da geri kalmadı. O taraflarda bulunan çeşmelere, Çubuk veya Ankara çayına, Kızılcaköy, İncesu ve Bendderelerİne zehir döktürdü. Ordusunun arkasını Çubuk suyuna vermek suretiyle kendi suyunu temin etmiş. Yıldırım tarafından faydalanılmasın diye de o yörede bulunan çeş­me, sebil, kuyu, sarnıç, tarla , değirmen, depo, sürü ve çiftlik gibi ne varsa hepsini yağmalamış, tahrip ettirmişti.

Yılın en sıcak bir gününde meydana gelecek bir savaşta, Yıldırım or­dusunun susuz kalmasından daha korkunç ne olabilirdi.

Yıldırım ise, Timur'un Sivas'tan Kayseri'ye doğru hareket ettiğini haber alır almaz, yeniden bir takım tedbirler almaya karar verdi. Aslında Yıldırım Timur'la dağlık bir yerde savaşmayı uygun bulmuş ve Timur'u böyle bir mevkide beklemişti. Timur da, daha geniş bir ova ve vadilerin bu­lunduğu bir yere doğru gitmişti. Yıldırım istişaresini yaptı. Savaşa taraftar olmayan Sadrazam Ali Paşa, Timur ordusunun üstünlüğünü ve çokluğunu bildirerek, bu durumda meydan muharebesinin tehlikeli olabileceğini, bas­kın yapmanın ve zayıflatmanın daha uygun olup, sonunda meydan nıuhha-rebesiyle mağlup edilebileceğini anlatmaya çahştıysa da; Rumeli beylerbe­yi Firuz Bey'in görüşü olan, bir meydan savaşı verilmesi fikri; Yıldırım'in mertliğine ve kahramanlığına daha uygun düştü.

 

Bu sebeplerden dolayıdır ki, Ankara'ya vararak, savaşı kale yakınla­rında vermeyi uygun bulan Yıldırım, ordusunu hiç dinlendirmeden, büyük bir sür'atle Kalecik üzerinden Ankara kalesi civarına getirdi, İsteseydi dağı­nık bir vaziyette bulunan Timur ordusuna baskın yapar ve savaşın kaderi­ni değiştirebilirdi ama bunu yapmadı, söylenenlere kulak asmadı ve Ti­mur'u Kale ile kendi arasında bırakmak için Ravlı köyü yakınındaki Sulu Mola'yi bırakıp, kendince en münasip gördüğü Melikşah köyü civarına yer­leşmişti.

 

Asıl savaşın olduğu yer, bütün görünümüyle Çubuk ovasıydı ve ortasından Çubuk çayı geçiyordu.

Yıldırım cephesini Melİkşah köyünün hemen güneyinde bulunan kuv­vetli bir yere getirdi. Yeniçerilerin tuttuğu yer yüksek ve savunmaya el­verişliydi. Yıldırım ordusunun sağ cenahı Mire dağına dayanmıştı. Osman­lıların sol cenahı nisbeten düz bir ovaya düşmekteydi. Ne var ki, Osmanlı tarafında su, orduya yeterli değildi. Temmuzun o sıcak ve hararetli gününde bundan daha büyük felaket olamazdı.

İki taraf ordularının sayısı hakkında bütün tarihçiler birbirlerini tut­mayan mübalağalı rakamlar vermekle beraber, en makul olanın; Osmanlılar­da 70-80 bin arası, Timur ordusunda Yildırım'dan üç dört misli veya daha fazla olduğu görüşüdür. Bu duruma göre, Timur ordusunun 300-350 bin ci­varında olduğu söylenebilir.

Kesin olarak bilinen bir nokta varsa; o da, Timur ordusunun Yıldırım ordusundan sayıca çok daha fazla oluşudur. Çünkü bütün tarihçiler, Yıldı-rım'ın sayıca üstün kuvvetler karşısında, kahramanca savaştığında birleşi­yorlar. Bu mağlubiyetin en önemli sebebi; düşman ordusunun sayıca çok­luğudur.

      Bu savaşın günü hakkında, 14, 20, 21, 28 Temmuz günlerinden biri ol­duğu konusunda ihtilaflar varsa da, en doğrusunun 20 Temmuz 1402 Per­şembe günü olduğudur.

 

ç. Savaş Düzeni:

Osmanlı ordusunun başında Yıldırım Bayezid, Timur ordusunun ba­şında Timur bulunuyordu,

Osmanlı ordusunun merkezinde yaklaşık olarak 20.000 kadar yeniçe­ri ile Yıldırım vardı. Onun hemen önünde sağ ve solda Sadrazam Ali Paşa, Timurtaş ve Murat Paşalar, Şehzade İsa, Musa ve Mustafa Çelebiler, Yeni­çeri ağası Hasan Ağa'nın alayları dizilmişlerdi.

Okçular ve Anadolu tımarlı atlıları sağ tarafa yerleşmişlerdi. Sol cenah kumandanı Şehzade Süleyman Çelebi'ydi.

Merkezin biraz gerisinde, ikinci bir dizi olarak sipahi ve silahtarlar yer almışlardı. Sağ cenahın ikinci dizisinde Kara Tatarlar, Timur'dan kaçarak Osmanlılar'a sığınmış olan Kıpçaklar ve Türkmenler bulunuyordu. Hafifçe sol tarafın ikinci bir dizisinde orduyu yarım ay şeklinde çeviren Sırp Kra­lı Despot İstefan Lazarviç'in yaklaşık on veya yirmi bin kişilik Sırp ordusu vardı. Kara Yusuf'un Türkmenleri de merkeze yakm bir yerde bulunuyor­lardı.

Şehzade Mehmet Çelebi emrinde Amasya, Tokat ve Sivas bölgelerinin

tımarları en arkada ve ihtiyat kuvveti olarak yer almışlardı.

Timur ordusuna gelince, Çağatay Hanı Mahmut Oğlan yanında bulunuyor, ordunun merkezinde, önde, sağlı sollu Emir Celâlül-İslâm ve Emirzâde Ömer Şeyh ile Baştimur Oğlan bulunmaktaydılar. Yine bu kısım­da kumandanlardan Şah Veli, Şehsüvar, Devlet Timur, Seyyid Hoca, Şeyh Ali Bahadır, İskender Hindiboğa'lar vardı.

Timur ordusunun sağ tarafında kumandan Emirzâde Miranşah bulunu­yordu. Onun emri altında da Emir Şeyh Nureddin, Emir Barunduk, Erzin­can Hâkimi Tahirten, Sivas Hâkimi Şeyh ibrahim ve Sultan Süncür bulun­maktaydılar.

Emirzâde Şahruh sol taraf kumandanıydı. Onun yanında da Emirzâde Halil Sultan, Emir Süleyman Şeyh, Emir Yadigâr, Süncük Bahadır, Devlet Timur bulunuyordu.

Sağ taraf ikinci hatta Emirzâde Ebu Bekir kumanda etmekteydi. Ya­nında Emir Cihanşah, Diyanbekir Hâkimi Kara Osman Yuluk, Tökül Bar-las vardı. Sol taraf ikinci hatta Emirzâde Sultan Hüseyin kumanda ediyor­du. Yanında Ali Sultan, Musa ve Beşiri bulunmaktaydı.

Bu ikinci dizinin biraz gerisinde Timurlenk yer almaktaydı. Emirzâde Mehmet Sultan ihtiyat kuvvetleri kumandanıydı. Yanında Emirzâde Pir Mehmet, Ömer Şeyh, Emirzâde İskender, Emir Şemseddin Abbas, Emir Şahmelik, İlyas Hoca gibi kumandanlar bulunmaktaydı.

Yıldırım Bayezid tarafından ülkeleri zaptedilmiş olan beylerden îsfendiyar Bey, Menteşoğlu Mehmet Bey, Aydınoğlu, Germiyanoğlu Ya-kup Beyler de Timur'un yanında yer alarak. Yıldırım tarafındaki kendi bey­likleri tarafından toplanmış olan askerleri; Yıldırım'a ihanet etmeye teş­vik ediyorlar ve  onları bağıra-çağıra kendi yanlarına davet ediyorlardı.

Bu savaştaki asıl değişikliklerden biri ve Timur ordusunun kazanma­sına sebep olan 40-50 kadar filin de, Timur ordusunun merkezinin önüne birbirlerine zincirlerle bağlanmış olarak sıralaıımasıydı. Bu filler o zamana göre, zırhlı birlikler yerine geçmekteydi.

Ve zaman gelip çatmıştı. Her iki ordunun da belkemiğini müslüman-lar ve Türkler oluşturuyordu.

Tarih 1402 yılı Temmuz ayının 20 nci günü sabahıydı. Aralarında 12 kilometre mesafe olmasına rağmen, kader, bu iki orduyu adım adım birbir­lerine doğru yaklaştırıyordu.

Yıldırım Bayezid'in şanlı hayatının son yaprağı, Ankara önünde, Çu­buk ovası denilen yerde, Aksak Timur ile yaptığı savaşta kapanıyordu. Bu iki Türk hükümdarının birbirlerine kılıç çekmeleri ve kıyasıya savaşmaları tarihimizin acı bir yarasıdır.

Aradan asırlar geçmesine rağmen, bu kanlı savaşın sayfalarını Çubuk ovasında görmek mümkün...

 

Geliniz bu olayı beraber yaşayalım.

 


 

 

d. Ve Savaş Başlıyor:

Yirmi Temmuz sabahıydı. Yıldırım, ordusunu tertip ve düzene koy­du. Bayraklar açıldı. Mızıkalar çalındı. Yıldırım, ordusunun önüne geçerek; onların   yüksek   hizmetlerinden,   bağlılıklarından  ve  kahramanlıklarından

bahsetti.  Savaşın ve günün  önemini belirten ateşli bir konuşma yaptı.

Timur da askerini tertip ve düzene koyduktan sonra hücum emrini ver­di ve Timur'un ilk hücum emriyle savaş başlamış oldu. Bu durumda bile aralarında 12 km kadar bir mesafe vardı.

Timur'un âdeti üzere asker karşısında attan inip, iki rekat namaz kıhp ve yüzünü yerlere sürdükten sonra verdiği bu ilk emirle, sağ tarafından Emirzâde Ebu Bekir ileri atıldı. Kıtaları, oklar atarak ilerlediler. Bunun ar­kasından derhal Emir Cihanşah ile Kara Osman Bayındır da ileri atıldılar.

Osmanlı ordusunun sol tarafı şiddetli bir baskına uğramıştı. Hatta bu sıkıştırma İkinci hatta kadar kendini gösteriyordu. Savaş oldukça şiddetli geçiyordu. Fakat kısa bir müddet sonra bu şiddetli hücum kırılmış ve Rumeli askerleri büyük bir kahramanlıkla karşı koymuşlardı. Çok kanlı ge­çen bu savaşta, Rumeli askerleri kahramanca çarpışıyor, Timur'un savaş­çılarını kırıyor, kaçırıyordu.

Savaşın kızıştığı bir sırada, tarihte Örneği pek az görülmüş bir hıyanet meydana geldi. Bu Kara Tatarlar'ın ihanetiydi. Önceden Timur tarafından elde edilmiş oldukları anlaşılan ve Rumeli askerlerinin arka tarafında bulu­nan Kara Tatarlar, önlerinde bulunan Rumeli askerlerine arkadan ok atma­ya başladılar.

Bu şekilde Osmanlı Rumeli askerleri İki tarafın ateşiyle karşılaştılar kİ; birisi düşman ordularından, diğeri arkalarından ve kendilerinden olan Kara Tatarlar'dan geliyordu.

Kara Tatarlar'ın bu ihaneti, sol tarafımızda telaş ve karışıklığa sebep oldu. Ani bir şaşkınlık baş gösterdi. Durum gerçekten korkunçtu. Bu du­rumu gören ve ihtiyat kuvvetleri kumandanı bulunan Şehzade Çelebi Meh­met, derhal sol tarafın yardımına koştu. Ve çok kanlı bir çarpışma başladı.

Timur ordusu, Osmanlı ordusunun sol tarafındaki karışıklığından yararlanarak durmadan hücumlarını yeniledi. Çelebi Mehmet'in ihtiyat kuvvetlerinin devamlı müdahalesine rağmen, Osmanlı ordusunun sol kanadı geri  çekildi ve düşmanın  hücumu ancak Bahadırtepe'de durdurulabildi.

Timur ordusunun sol kanadından da Sultan Hüseyin ilk defa ileri atıl­dı ve Osmanlıların sağ kanadına yüklendi. Fakat Osmanhlar'ın çok kahra­manca karşılık vermeleri sebebiyle hücumdaki tertip ve intizam bozuldu. Timur ordusunun kaybı fazlaydı. Hatta Emirzâde Hüseyin çok zor duruma düşmüştü.


 

Osmanlı ordusunun karşı koyusu ve kahramanca çarpışması sonunda, Timur ordusunun sol kanadı gerilemek zorunda kaldı. Bunu gören Timur biraz da telaş ederek, acele olarak sol kanadın takviyesi için yeni kuvvetler gönderdi.

Timur'un bu yeni kuvvetlerini de, Anadolu tımarlıları ile ikinci hatta bulunan Sırp askerlerinin şiddetli karşı koyuşları durdurmuş ve Timur or­dusuna büyük kayıplar verdirmişlerdi.

Bu durum karşısında Timur, kendisine yeniden çeki-düzen vermeK İçin başka çareler aradı ve Yıldırım'dan kaçıp yanında bulunan Anadolu beylerinden Saruhan, Germiyan, Aydın ve Menteşe Beylerini ileri gönderip; Yıldırım ordularına hitap etmelerini,askerlerin Timur tarafına geçmeleri İçin teşvik etmelerini emretti. Bunun da faydası oldu. Nitekim askerler Türk birliği fikrine pek ısına mamı ş olduklarından silahlarıyla birlikte Ti­mur tarafına geçtiler.

Timur'un sol kanadı durmadan kuvvetlenirken; ihanetler yüzünden Os­manlı sağ kanadı da gerilemeye başladı. Neticede Timur'un askerleri, Os­manlı ordusunun  alt  tarafına  doğru  yavaş  yavaş ilerlemeye başladılar.

Artık ikindi vakti yaklaşıyordu, Ardarda yapılan ihanetler yüzünden Osmanlı ordusunun zafer ümidi azalmıştı. Tam bu sırada Timur ordusu genel bir hücuma geçti.

Esasen daha önce, Kara Tatarlar'ın ihanetinin ardından, Sadrâzam Ali Paşa, Murat Paşa, Yeniçeri Ağası Hasan Ağa, Subaşı İne Bey gibi bir takım âmirler, harbin nasıl olsa kaybedilmek üzere olduğunu, tamamen yok ol­maktansa bir kısım orduyu kurtararak ileride savaşa devam etmeyi düşüne­rek; belki de başkumandan Yıldırım'ın olurunu da almadan savaş meydanı­nı terketmişlerdi. Büyük Şehzade Süleyman Çelebi bunların başında geli­yordu.

Bir kısım âmirler harbin kaybedilmek üzere olduğunu görünce; Şehza­de Mehmet Çelebi'yi geri çekilmeye zorladılar. Aslında Mehmet Çelebi ba­basının yanında savaşa devanı etmek istediyse de, kumandanların ısrarları­na dayanamayarak bin kadar askerle Amasya tarafına doğru çekildi.

Artık Osmanh ordusunun başsız kalan sol kanadı, Mire dağına doğru çekilmeye başlamıştı.

Mire dağı ki; Çubuk ovasının en yüksek dağlarından biridir. Bu dağ­dan sanki ova ayaklar altındaymış gibi görünür. Tepesinde geniş bir düzlük olan, ova ortasında bir adayı andıran, dibindeki Mire Gümüşyayla köyünden yaya olarak bir saatte tepesine çıkılabılen bir dağdır.

 
 

 

Padişahın yanına yaklaşarak geri çekilmeyi teklif edenleri Yıldırım, şiddetle reddetti. Çünkü savaş meydanını terketmeyi asla naınus ve şerefine yediremiyordu. Fakat bir takım komutan ve askerlerin kaçtıklarını duyunca çok üzüldü. Hatta kaçanların ardı sıra atını sürerek onları durdurmaya bile teşebbüs etti. Çataltepe veya Yarbayırları denilen yerde yeniden savunmaya karar verdi.

 

Yıldırım'ın yanında bin, belki de üç bin civarında asker kalmıştı. Ti­mur ordusundan Sultan Mehmet Yıldırım'ı bu noktada tutundurmamak için, büyük bir kuvvetle saldırdıysa da, kendisinden beş-on misli daha fazla

olan bu kuvveti, görülmemiş bir kahramanlıkla püskürten Yıldırım, yukarıda resmi görülen Çataltepe'ye yerleşti.

Yıldırım Çataltepe'ye çıkıp baktığı zaman, savaş meydanının acı hali­ni gördü. Sağa sola kaçıp, dağılmakta olan askerini toplayarak, bu tepede geceye kadar savunmaya karar verdi.

Tİnııır artık zaferin kendi tarafında olduğunu anlamıştı. Yalnız bir te­pede Yıldırım'ın az bir askerle çarpıştığını gördü. Yıldırım'ın esir edilmesi­nin kolay olduğunu sanan Timur; bu şerefi oğlu Şahruh'a bırakmak isteğiy­le büyük bir kuvvet hazırlayıp, Şahruh'u Yıldırım'ın üzerine gönderdi ve yetmiş bin kişilik bir ordu Yıldırım'ı sardı. Üç bin kişilik bir kuvvetle Yıl­dırım, kendisinden yirmi misli fazla olan kuvvetin çılgınca hücumlarım da­ğıttı ve paramparça etti. Tepeye tırmanmak isteyen her bir Timur askeri bir anda ok ve kılıç darbeleriyle yok ediliyordu. Nihayet Timur ordusunda kor­ku ve yılgınlık başgösterdi. Bir kısım Timur askerleriyse; Yıldırım'ın kahra­manca savaşmasına hayran kalmışlardı.

Kılıcı parça parça olan, bu dünyaya hükmetmek için yaratılmış komu­tan; sonunda, ihtişamlı kıyafetine yaraşan ağır ve süslü bir harp baltasını kullanmıştı. Bu baltayla en iri ve seçme düşmanları bile bir vuruşta yerle bir ediyordu.

Koca bir ordunun arı gibi sardığı ve saldırdığı Çataltepe, dünya tarihin­de  misli görülmemiş,  korkunç  bir  kan  içicilik olayına sahne olmuştu.

Akşam vakti yaklaşıyordu. Yıldırım'ın yanında üç yüz kahraman as­ker kalmıştı. Düşman hücumlarının biraz olsun gevşediği bir sırada Yıldı­rım Timur ordugâhını basarak, Timur'u öldürmek düşüncesiyle, Tatar asker­leri üzerine görülmemiş bir şiddetle hücum etti. Karşısındaki bu muazzam orduyu yararak geçmiş ve Timur için bir tehlike başgöstermişti. Bu tehlike­yi gören Timur, acele kuvvetli bir kol gönderdiyse de, Yıldırım'ı durdurup yakalamak zor görünüyordu.

Yıldırım, şimdiki Sığırlacı köyü tarafına doğru, düşman üzerine şid­detle atılmış, vuruşa, dövüşe kendilerinden iki yüz misli fazla olan düşman elinden sıyrılıp kurtulmuş ve tehlikeli bölgeyi aşmıştı.

Öbür taraftan Timur, Yıldırım'ın kurtulduğunu duyar duymaz, inatçı biri olan Çağatay Hanı bulunan, Mahmut Oğlan'a kuvvetli bir kolla Yıldı­rım'ın peşinden gitmesini emretti.

 

 

Bir tarafta artan Timur orduları ve takip, diğer tarafta gittikçe azalan ve kuvvetini kaybeden Yıldırım kuvvetleri.,, İnsanların bir kısmı da susuz­luktan, bütün gün savaşın çok şiddetli bir güneş altında devam etmesinden yorgun düşmüşlerdi.

Şimdiki Saraycık köyü yakınlarında, belki de Kurdu denilen yerde ta­kibe yeni bir hız verilmişti. Nihayet Mahmut Oğlan'ın kuvvetleri yetiştiler. Takipçiler gittikçe yaklaşıyordu. Çubuk çayının batısındaki yamaçlardan gidiliyordu. Nihayet bugün "Mahmut Oğlan Köyü" adını taşıyan köyün yakınında, dik ve taşlı bir burundan inilirken ayağına taş giren Yıldırım'ın yağız atı devrildi. Ayağı sürçtü.

Atını kaldırıp yeniden ona binmeye fırsat kalmadan binlerce düşman askeri bu emsalsiz ve talihsiz kahramanın, bu muhteşem kumandanın üzeri­ne atıldılar.

Kader böyleydi ve Yıldırım esir edilmişti. Bu savaşta her iki tarafın kaybı 60 bini bulmuştu. Savaş 15 saat kadar sürmüştü.

Aktepe veya Çataltepe adıyla bilinen, Kuruçay dağlan içine giren; yörede Kale ve Aktepe adıyla anılan, Yıldırım Beyazid'in dik ve taşlı burundan inerken yakalandığı tepenin; yakalandığı yere göre güney hısımının umumi görünüşü ve dağlık yöreleri­miz.

 

 

e. Savaş Biterken:

Artık Yıldırım esir edilmişti. O'nun önünde yol açmak için gitmiş olanlar, derhal kuzeydeki "Cankurtaran tepesi" denilen yere çıkmışlardı. Yıldırım'm ele geçmesiyle artık bu takibe de son verilmişti. Bu sayede ta­kipten kurtulmuş bulunuyorlardı.

Bir taraftan güneş batıyor; diğer taraftan da bütün Avrupa'da şecaat ve kahramanhğı dillere destan olan, Avrupa'yı korku içinde yaşatan o muh­teşem hükümdarın elleri bağlanıyordu. Esir düştüğü yerle, Timur arasında 16 km vardı.

Yıldırım, esir olanlarla birlikte, Timur'un yanına götürüldü. Harbin za­ferle sona erdiğini gören Timur, Yıldırım gelinceye kadar, oğlu Şahruh'la birlikte satranç oynamıştı.

Yıldırım, Timur'un çadırına girdiği sırada Timur da oğlunu, satrançta, ruhla hasmın şahını matederek yenmiş ve hafif bir tebessümle Yıldırım'ı karşılamıştı.

Ömründe yenilgi nedir görmemiş ve nice savaşlardan şanla, zaferle çık­mış, Niğbolu'da bütün bir Avrupa'ya karşı koymuş, zaferleriyle mağrur olan Yıldırım gibi bir hükümdarın, esir olarak galibinin huzuruna çıkması, bu dünyada en büyük bir bedbahhktı.

Yıldırım gerçekten üzgündü. Hasmının bu tebessümünü alay mahiyetin­de anlamış, fakat Timur durumu düzelterek; "Hayır, maksadım alay değil, Allah'ın bu dünyayı senin gibi bir körle, benim gibi bir topala bırakmasına gülüyorum" demişti.

Timur, esir aldığı adamı gerçekten ilk defa görüyordu. O'nun davranış ve hareketlerinden etkilenen Timur bile, kendisini O'na hürmet ve İhtiram­dan alıkoyamamış ve ikramda kusur etmemişti.

Artık öfke ve kinler yavaş yavaş sönmeye başlamış, iki savaşçı harbin sebepleri konusunda uzun uzadıya konuşmaya koyulmuş ve Timur Yıldı-rım'a:

" İlk defa siz hücum ettiniz, bizi karşılık vermeye mecbur bıraktınız.
Bütün bunlara, gaza ile meşgul olduğunuz için tehammül gösterdim. Size
her hususta yardım etmek istiyordum. Yalnız sizden Kemah kalesinin tesli­
mini, Ahmet Celâyir'le, Kara Yusuf'un memleketinizden koğulması gibi
basit şeyler istedim....... Bu kadarcık şeyler için bile hiddet ve şiddet göster­
diniz." demişti.

 

 

Bütün bu konuşmalarıyla Timur, savaşın sorumluluğunu Yıldırım'a yüklemek istiyordu. Yıldırım'ırı kahramanlığı karşısında saygı duyan Timur, bundan böyle hayatına dokunulmayacağını, isteklerinin yerine getirileceği­ni ve huzur içinde bulunmasını söyledi. Elçi Çimbay'la Timur'un akrabası Hasan Barlas da hizmetine verildi.

Yıldırım, savaş sırasında yanında bulunan Musa ve Mustafa Çelebi'-lerin bulunmasını istedi. Fakat Musa Çelebi bulunduysa da, Mustafa Çelebi kayıplara karıştı. Belki de esir edilenlerdendi.

Ertesi günü Ankara kalesi kumandanı Yakup Bey, kaleyi Timur'a tes­lim etti. Timur, karargâhını Ankara bağlarına taşıdı. Suyu bol ve köşkleri yeni olan bu günkü Keçiören semti, Timur'un savaşı sevk ve idare yerinin gerisinde bulunuyordu. Artık buradan İran ve Turan'ın her tarafına zafernâ-meler gönderildi. Bir başka adıyla bunlara fetih nâme de deniyordu.

Ankara savaşı Roma İmparatorluğu Pompei'nin Mitridat'a son darbeyi vurduğu yerde meydana gelmişti. O savaşta bir devlet yıkılmıştı. Fakat asır­lar sonra aynı yerde meydana gelen savaşın mağlubu olan devlet sarsılmış, yine de yıkılmamıştı. Savaşın galibi Timur'un, Osmanlı înıparatorluğu'nu tamamen yıkmak istediği belliydi. Savaş sonu takip ettiği yol bunu göste­riyordu.

Savaş bitti. Tebrikler yapıldı ve gece geçirildi. Timur; Mehmet Sultan'ı 30.000 atlıyla Bursa istikametine, Sultan Hüseyin'i 15.000 atlıyla Konya ve Akşehir istikametine, Halil Sultan'ı Semerkant'a, Emir Mızrab'ı Horasan'a doğru baskına gönderdi. Kendisi de Sivrihisar üzerinden Kütahya'ya yerleş­ti.

f. Yenilgi Sebepleri:

Hani bir söz vardır, "İnsan tedbir alır, fakat kader ona güler." Çünkü tedbir taktiri bozamaz. Fakat biz yine de tedbir almak zorundayız. Netice değiş meşe de...

Görünüşteki yenilgi sebeplerini kısaca sıralamak gerekirse; bunları Ti­mur ve Yıldırım açısından değerlendirerek şöylece özetleyebiliriz.

A. YıldırımAçısından:

1.  Kara Tatarlar'ın hainlikleri,

2.   Bunlar  üzerinde  sadâkati  kuvvetlendirici   tedbirlerin  alınmayışı,

3.   Ordunun önemli bir kısmının savaşın lüzum ve önemine inanmayışı ve ilk fırsatta ihanetleri,

4.   Anadolu Tımarları'nın ihanetleri,

5.       Önemli derecede yorgunluk ve susuzluk,

6.  Timur'un olumsuz propagandalarının Yıldırım ordusuna yayılışı,

 

7.   Tımarlılarda devlet ülküsüne bağlılık ve inzibat duygusunun, derece­sinin yetersizliği,

8.   Düşmanlarla yapılan savaşlardaki   gibi, mânevi şevk ve heyecanın bulunmayışı,

9. Şehzade ve erkânın zevk-u safa İçinde yüksek özelliklerini kaybet­meleri gibi, binlerce talihsizlik ve kaderin acı bir cilvesi...

B. Timur Açısından:

1.   Timur'un savaşı kazanmak için bütün tedbir ve tertipleri alması,

2.   Askerlerinin iki kat daha fazla olması,

3.   Geldiği yol boyunca ağır yürümesi, zaman zaman dinlenmesi, bu sa­yede ordusunun dinç olması ve atlı bulunuşu,

4.   Başkumandanlarına candan bağlı bulunuşları,

5.   Savaş mahrumiyetlerine, susuzluğa ve yorgunluğa ahşRın olmaları ve saka tertiplerinin çokluğu,

6.   Varlıkları sayesinde kıymetli ganimetlerinin orduya verdiği şevk ve istek,

"At binenin, kılıç kuşananın."

 

7.   Devamlı olarak yapılan Dropagandalar gibi, kaderin bir cilvesi...

g. Yıldırım Kimdir?

Osmanlı padişahlarından dördüncüsü ve I. Murad'ın ikinci oğludur. An­nesi Gülçiçek Hatun'dur. Süleyman Şah'ın kızı Devlet Hatun'la evlenmiş­tir.

Babasının sağlığında zaferler kazanmış, büyük yiğitlikler göstermiş, bundan dolayı daha o zamandan "Yıldırım" lakabıyla anılmıştır.

Padişah olduktan sonra Sırplar'la anlaştı, daha sonra Venedikliler'le anlaştı ve Anadolu'ya geçti, 1396 da Nîğbolu'da haçlıları bozguna uğrat­tı. 1397 de Anadolu Hisarı'm yaptırarak İstanbul'u esaslı bir şekilde kuşat­tı. Malatya'yı Memluklar'dan aldı. Daha önce aktardığımız 1402 Ankara savaşından sonra yenildi ve esir düştü. Bundan sonra Timur'un yanında gez­di ve Akşehir'de bırakıldı,

Akşehir'de gittikçe hastalığı artan Yıldırım Bayezid çok acı çekiyor­du. En sonunda dayanamayarak 8 Mart 1403 'de Akşehir'de vefat etti. Akşehir'deki Şeyh Mahmud-i Hayranı türbesine defnedildi.

Yıldırım, kazandığı zaferlerden elde ettiği ganimetlerle devlet hazine­sini zenginleştirmiş, bu sayede cami, medrese, imaret, han, kervansaray, köprü ve dârüşşifa gibi hayır kurumları yaptırmıştır. Bursa, Kütahya, Bolu ulucamileri ve Edime Yıldırım Külliyesi bunların başında gelir.

h. Timur Kimdir?

1370 - 1405 yılları arasında tanınan Timur, aslen Moğol Barulas ka-bilesindendi. Fakat Mâverâünnehir'de Çağataylı'lardan bir kukla hanın ya­nında "bay" olarak iş başına geçtiği zaman çevresiyle Türk toplumunu temsil ediyordu. Başkent Semerkant şehriydi.

Timur, büyük askerlik vasfı taşıyan hükümdarlardan biriydi. Dört yöne başarılı seferler yaptı. 1371 ve 1379 yıllarında yaptığı iki seferiyle Harzem'i kendine bağladı, 1389 'a kadar yaptığı beş sefer sonunda Turfan, Karaşar bölgelerini zaptederek Uyguristan'ı emri altına aldı. 1401'e kadar yapılan dört seferle Irak ve Güney Anadolu, 1391 — 1398 arasındaki beş seferle Toktamış'ın Altunordu Hanlığı,1398 — 1399 seferleriyle Hindistan Delhi Sultanlığı, 1401-1402'de Suriye, 1402 Ankara savaşı sonunda Osmanh Devleti Timur'un emri altına girdi.

Timur'un tertiplediği seferler, hükümdarları itaat altına aünan Delhi, Saray, Karaşar, Bağdat, Şam, Bursa gibi şehirler ve dolaylarında büyük tah­ribata yol açtı. Öldüğü zaman, toprakları İdil'den Hindistan'da Ganj nehri­ne, Tanrı dağlarından İzmir ve Şam'a kadar uzanıyordu. Çin'i zapta gider­ken yolda hastalanarak, 1405'de öldü.

Timur'un ölümünden hemen sonra parçalanmalar görüldü.

 

 

I. Birkaç Kaynak:

Çubuk ovasını kana bulayan 1402 Ankara savaşı, hiç şüphesiz birkaç sayfaya sığdırılamaz. Bu konuda ciltler dolusu eserler verilmiş, kitaplar ya­zılmıştır. Bizim konumuz; bu savaşın Çubuk ovasında oluşundan meydana geliyor. Bu sebepledir ki; kısa ve akıcı bir üslupla, en güzel şekilde aktarma­ya çalıştık. Savaşın seyri hususunda kapalı bir tarafın kalmadığına İnanıyo­ruz. Yine de bu konuda, daha derin ve detaylı bilgi edinmek isteyen okuyu­cularımıza, önemli tarihi kaynaklardan bazılarını vermeye çalışalım. Tarihi­mize meraklı olanlar, aşağıdaki kaynaklardan yeterince yararlanabilirler.

1.       islâm Ansiklopedisi, Bayezid I. , Yıldırım ve Timur maddeleri.

2.   Meydan Larousse, ilgili maddeler.

3.   Evliye Çelebi, Seyahatname.

4.   Timur, Tüzükât,

5.   Necip Asım,  Yıldırım  Bayezidin  intiharı.  Edebiyat Fak. Mec.

6.   Rıza Nur, Türk Tarihi.

7.   Ömer Halis Bıyıktay, Yedi Yıl Harbi İçinde Timur'un Anadolu Sefe­ri ve Ankara Savaşı.

8.   M.Fuat Köprülü, Yıldırım Bayezid'in esareti ve intiharı hakkında.

9.   T.Yılmaz Öztıına, 1402 Ankara Muharebesi.

 

10.  İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi.

11.       Zuhuri Danışman, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, C. 3, îst. 1964.

12.  Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, C.2, İst. 1977.

13.  Alemdar Yalçın, Benim Devletim Timur, İst. 1974.

14.  Yavuz Bahadıroğlu, Yıldırım Beyazıd, İst. 1984.

15.  Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı Padişahları, İst. 1981.

16.  Ansiklopedilerin tümü.

17.  Osmanlı Tarihi ve Tarih kitaplarımızın tümü.

18.       Tarihi mecmua, dergi ve biyografi eserlerimizden, albümlerden ya­rarlanmak mümkündür.


 

 

"SALNAME-İ VİLAYETTEKİ ÇUBUK

Osmanhca yazılmış "Salnâme-i Vilâyet" adıyla bilmen bir eserde Çubuk hakkında şu bilgilere yer verilmektedir. O günlerin Çubuk'unu tanıma açısından, faydalı olur inancıyla aynen aktarmayı uygun buldum. Osmanlıca kaynaklarda "Çubuk-âbâd" adını alarak geçmektedir ki, âbâd; mâmur, şen ve bayındır anlamına gelir. Demekki bugün, "Yeşil Çubuk" şekline dönüşmüştür.

 

Kaymakam

Nâib

Mal Müdürü

Tahrirat Katibi

 

(Çubuk—Abâd Kazası)

İbrahim Nazmi Bey Ahmet Faik Efendi Muhammed Ata Efendi Muhammed Esat Efendi

 

 

 

 

 

Reis

Azây—ı Dâime

Azây—ı Müntehabe

 

(Meclis—i İdâre-

 

Kaza)

Kaymakam Bey Nâib Efendi Müftü Efendi Mal Müdürü Tahrirat Kâtibi Rıza Bey Halil Bey Ali Ağa Rıza Efendi

 

 

 

 

 

Mal Müdürü Muâviye Sandık Emini

Nâib Kâtib

Memur Kâtib

 

(Mal Kalemi)

Muhammed Ata Efendi Seyyid Ah Efendi Mesud Efendi

Tahsildar 5 (beş) nefer (Mahkeme—i Şer'iyye)

:   Faik Ahmet Efendi :   Hacı İbrahim Efendi Nüfus Kalemi)

:   Nureddin Efendi :   Muhammed Efendi

 

 


 

 

 

(Mahkeme—i Bidayet)

Reis

 

Nâib Efendi

Aza

 

Ahmed Efendi

Aza

 

Vehbi Efendi

Mukâvelât Muharriri

 

Adil Efendi

Başkâtib

 

Hacı İbrahim Efendi

İkinci Kâtib

 

Muhammed Efendi

 

(Ziraat Bank Sandığı)

Reis

 

Ahmed Hıfzı Efendi

Kâtib

 

Süada Efendi

Aza

 

Osman Efendi

Aza

 

Mustafa Efendi

Aza

 

Muhammed Efendi

 

(Düyûn-u Umûmiyye)

Memur

:   Muhammed Efendi

Kâtib

:   İzzet Efendi

 

Bazı Memurin

Rica Memuru

 

Hasan Efendi

Zabıta Memuru

 

Ali Ağa (4 m sadakat)

Orman ondalık memuru

 

ismail Efendi

Pİyâde Kurucusu

 

Veli Efendi

(Çubuk—âbâd Kazasına Dâir Malumat)

"Salname—i Vilâyet" adlı bu eserden Çubuk'la ilgili olan bölümünü faydalı olur inancıyla aynen aktarmaya çalışalım. Eser Osmanlıca olduğu için dili biraz ağır ve ağdalı... Fakat çok yabancı olanlarını paratez içinde vererek metnin daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalıştık.

Çubuk-âbâd kazası, garben (batı) Zir kazası ve Şorba nahiyesi, şimâien (kuzey) Kenguri sancağına tabiğ (bağlı), Karapazar ve Şaban Özü nahiyeleri ve sarkan (doğu) Kal'acik ve Bâlâ kazaları ve cenuben (güney) Ankara'nın içnâhiyesiyle muhâatadır (çevrilmiştir).

Merkez kaza olan Çubuk—âbâd kasabası, Ankara'ya sekiz saat mesafe­de, vilâyetin cihet—i şarkıyyesinde Aydos dağından nebeân idüp, Çubuk çayı nâmiyle yâd olunan (anılan) çayın kenarında ve basid bir vadide, ufak bir kasabadır.

 

 

Kaza: 9433 zükur (erkek) ve 10870 ünâs (kadın) ki; cem'an (toplam) 20303 nüfus muslini ve 3007 hâne ve 45 mektep ve 51 cami—i şerif ve bir hotel şeklinde han ve bir çamaşur—hane ve 40 su değirmeni ve 30 dükkanı hâvidir (içerir).

Kazayı teşkil iden arazi 490237 dönümden ibaret olup, bundan 185000 dönümü mezruğ (ekilir) ve 8665 dönümü çayır, kusuru gayr-i mezruğ mer'a ile ziraate gayr-i sâlih (uygun değil) arazidir. Mahsulât-ı arziyyesi buğday, arpa, mercimek, burçak, nohut, yulaf, darı, mısır, fasulye, kara bakla, batlıcan, kimyon ve meyvesi armut, elma, erik, üzüm vişne, ayva, şeftali, cevizden ibarettir.

Senevi (yıllık) 300000 kil buğday ve 200000 kil arpa ve 50000 okka armut ve 65000 okka üzüm hasıl olmaktadır. 2000 an kovanı ve mevaşiden 600 manda ve 8000 kara sığır, 3902 merkeb ve 256 at ve kısrak ve 6 ister ve 35 deve ve 49211 tiftik ve 189 kıl keçi ve 32468 koyun mevcut olup, bun­lardan senevi 49100 kıyye (değer, ölçü) tiftik ve 12 kıyye fil ve 324 kıyye yapağı istihsal idilür (alınır).

Kazanın cihet—i şimaliyyesinde (kuzey tarafında) vâkiğ Aydos dağı oldukça mürtefiğ (yüksek) olub, Kenguri merbutâtından Işık dağına ve diğer cihetten; yaban—ı âbâd—in Semer Özü, Yıldırım dağına mülasıktır. Ve bu dağın zirvesi açık ve çıplak ise de, eteklerinde çam ve mise ağaçları olduğu gibi Kızılviran (Kızdören) ve Ahur karyelerini (köylerini) hâvi olan karyeler; ormanları zengin olduğundan vilâyetin kereste ve mahrukat ihtiyacâtının kısm—ı küllisini defğ itmektedir (gidermektedir).

Kışlacık karyesine yarım saat kala mesafede mevcut olan tabi—i buz­luktan temmuz ve ağustos aylarında hayli buz alınıp civar karyelere nakil idilmektedir.

Melikşah karyesinde mevcut ve geçen sene tamir idilen kaplıcanın su­yu ve toprağı hayvanâtın uyuz illetine nâfığdir (faydalıdır).

Sele karyesinde imam—ı Bakır (R.A.) Hazretleri'nin sülâle—i tahire-lerinden Siyam—ı Fakiyye ile mahdumu Kalender Hazerâtı defin—i hâk ıtr—i nâk ve Kalendar Hazretlerinin türbe—i şerifelerİ kârgir (taştan veya tuğladan yapılmış bina) ve mamur ise de peder—i âlilerinin türbeleri açıktır.

Cücük karyesinde dahi müşar-ı ileyh Kalendar Hazretlerinin mah­dum—u âlileri medfundur.

Nüfusu Çubuk kasabasında zâviyedâr Gül Baba nâm—ı Zât—ı âlinin türbesi ziyaretgahtır. (Tere. Y.Avcı)

 

 

 

MEYDAN LAROÜSSE'DEKİ ÇUBUK

Meşhur ansiklopedilerden birisi olan Meydan Larousse'de, ilçemiz Çu­buk nasıl anlatılmaktadır? Diğer bilgilerle kıyaslama açısından aynen aktar­mayı uygun bulduk.

"Çubuk, iç Anadolu'nun Yukarı Sakarya bölümünde (Ankara İli) ilçe merkezi kasaba; 8857 nüf. Çubuk çayının geçtiği Çubuk ovasının ku­zeyinde; yüksl. 990 m. Kasaba Aşağı ve Yukarı mahallelere ayrılır. Evlerin çoğu kerpiçten ve tek katlıdır.

Çubuk ilçesi 1503 km2, 47.601 nüf. Merkez, Ravlı ve Sirkeli bucakları içinde 100 köy. Çiftçilik ve küçükbaş hayvan üretimi. Vadi tabanlarında sebze ve meyve bahçeleri.(M)

Çubuk barajları, Ankara'nın kuzeyinde Çubuk çayı üzerinde Ankara'­nın su ihtiyacını karşılamak için kurulmuş iki baraj. Çubuk I, Çubuk çayı­nın Çubuk ovasından çıktıktan sonra andezit kayaçları arasında açtıği dar boğazda yapılmıştır. (1936). 12 m yüksekliğinde olan ve gerisinde 7 km uzunlukta bir göl meydana getiren barajın su toplama kapasitesi 13 milyon m3 'tür. Kuruluşunun ilk yıllarında şehrin içme ve kullanma suyu ihtiyacım yeterince karşıladıysa da, hızla büyüyen şehrin ihtiyacı karşısında yetersiz kaldı. Bunun üzerine, Çubuk I barajının 32 km. Çubuk kasabasının 5 km kuzeyinde, Çubuk II barajı yapıldı. Böylelikle şehrin su ihtiyacı hiç değil­se bir süre için karşılanmış, ayrıca tarım toprakları da taşmalardan korun­muş oldu,(M)

Çubuk çayı, Ankara (Engürü) suyunun bir kolu; 84 km uzunluğunda, Aydos dağının güney yamaçlarından güneye doğru akarak dar bir vadiden geçer. Çubuk ovasına iner ve burayı kuzeyden güneye doğru keser. Ovadan çıkınca tekrar dar bir boğaza girer. Bu kesimde Çubuk I barajı, ovanın ku­zeyindeki boğazda Çubuk II barajı kurulmuştur. Ankara'nın kuzeyinde ba­tıya yönelen Çubuk çayı, Ankara suyuna kavuşur. Barajların yapılması sebebiyle çayın aşağı çığırında kurak mevsimde hemen hemen su kal­maz.(M)

Çubuk ovası, Ankara'nın kuzeydoğusunda, Çubuk çayına paralel ova. Kuzey tarafında Çubuk ilçe merkezi bulunur. Ova kuzey kuzeydoğu, güney güneybatı doğrultusunda, uzunluğu 20, en geniş yeri 8 km'dir. Yıldırım Bayezid ile Timur arasında ünlü Ankara savaşı burada yapıldı (20 Temmuz 1402), Ovanın batı kenarında Mehikşah köyünün Ilıca mevkiinde bulunan hamamın Timur tarafından yaptırıldığı söylenir. Güneyinde Çubuk I barajı, kuzeyinde de Çubuk II barajı İnşa edilmiştir.(M)" (Bkz.Meydan Larousse, İlgili Mad.)

KURTULUŞ SAVAŞINDA ÇUBUK

1918 de Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisi ile başlayan karanlık günlerin Anadolu'da meydana getirdiği akislerin kötü sonucunu durdura­bilmek için, bütün Türkiye'de halkın varını yoğunu ortaya koyarak yapma­ya çalıştığı ve sonunda zafere ulaştığı bu büyük mücadelede ilçemizin de katkısı olmuştur.

Bu yardımın en büyük yönü de insan gücümüzdür. Bunun yanında sa-yılamıyacak kadar maddi yardımlar da vardır.

Fakat düşman kuvvetlerinin bu yöreye ulaşamaması nedeniyle isteni­len yardım yapılamamıştır.

İlçemiz bu savaşta köyleriyle beraber sayısız şehit vermiştir. Bunun yanında gazilerimizin sayısı da az değildir. Ne var ki; gazilerimizin hemen hemen hepsi ebedi aleme göç etmişlerdir. Bunlardan bir kaçı aramızda ya­şamakta ve o günlerin acı tatlı hatıralarını bize anlatmaktadırlar.

Aslında kazamızda geçmiş dönemlere ait pek fazla bir eser yoktur.


 

Fakat araştırıldığı zaman bin yıl evveline de gidilebilir.

Daha evvel de zikrettiğimiz gibi Çubuk ilçesinin ilk konumu; Balıklı mevkii denilen yerdir. Daha sonradan kuzeye doğru kayma gösterir, İlk evler konak tipini ap'iırır. Bunlardan eski Kaymakamlık konağı ve Bekir Ağalar'ın Ankara caddesindeki ahşap evin benzeri, birkaçını saymak müm­kündür.

Bütün bunları sıralamaktaki amacımız; Kurtuluş savaşı sırasında, ka­zamızın nüfusunun azınlıkta olduğu ve köylerimizin katkısının daha çok olduğunu vurgulamaktır. Çünkü ilçemiz; köylerinin çokluğuyla maruftur.

Atatürk'ün şu unutulmaz sözüyle, bu konuyu; sizlerin engin anlayı­şınıza bırakıyoruz. "Tarih, bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez." K. ATATÜRK

 

 

 

ATATÜRK'ÜN İLÇEMİZE GELİŞİ

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Ata­türk'ün ilçemize yapmış olduğu gezisi sırasında, O'nu ^ören ve halen hayat­ta bulunan halkımız arasında yapılan araştırmalar sonucuna göre:

Yıldırım Beyazıt ile Timur arasında, 1402 yılında yapılan Ankara sava­şına sahne olan Çubuk ovası üzerindeki Melikşah köyünde, doğal olarak yer altından çıkan kükürtlü sıcak su kaynağı üzerine, Yıldırım Beyazıt tarafın­dan yaptırılan açık havuz şeklindeki hamamı, 1933 yıhnda ATATÜRK zi­yaret etmiştir. Bu havuzu temizlettirmiş ve burada bir müddet istirahat yap­mıştır.

 
 

16.6.1935 yılında Çubuk ilçesine Başbakan İsmet İnönü, Nafİa vekili Ali Çetinkaya, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alay Komutanı Binbaşı İsmail Hakkı Tekçe ile yapmış olduğu gezi sırasında ATATÜRK; halkın sıcak sevgi gösterisiyle karşılanmıştır, ATATÜRK caddesi üzerinde halen mevcut bulunan su kuyusu yanında bir hatıra fotoğrafı çektiren ATATÜRK; mahiyetindeki heyet ile birlikte yeni Belediye İşhanı Binası'nın arsası üzerinde, daha evvel mevcut bulunan çay bahçesinde istirahat etmiş ve halk ile sohbet ederken kendisine ayran ikram edilmiştir.

 

 

 

ATATÜRK ilçemizin kuzeyinde 29 km mesafede bulunan KARAGÖL mesire yerine hareket ederek, Kışlacık köyüne vardıkları zaman; köy halkı­nın sevgi gösterileri ile karşılanmış ve halkın dertlerini dinlemek üzere, köyde halen mevcut bulunan ceviz ağacının altında istirahate çekilmiştir. Yine kendisine burada ayran ikram edilmiştir.

Kışlacık köyü yöresinde bir ceviz ağacının görünüşü

ATATÜRK; Karagöl'e vardığı zaman, gölün tabii güzelliği kendisini etkilemiş, hava ve suyunun çok iyi oluşu nedeniyle buraya verem hastanesi yaptırılması gerektiğini söylemiştir. KARAGÖL'de öğle yemeği yenildiği söylenmektedir.


 

 

Bugün; KARAGÖL'e gereken önem verilmeye başlanmış ve Valilik Konuk Evi yapımı faaliyetleri halen devam etmektedir. KARAGÖL'ün en yeni ve en son şekliyle olan halini "Göllerimiz ve Barajlarımız" bölümünde resimlerle işlemeye çalıştık. Bir de eski halini görelim.

KARAGÖL'ün birkaç sene evvel, tepeden kuşbakışı görünüşü KARAGÖL ile Aydos yaylası arasında beldenin doğal yapısı nedeniy­le, bu bölgede küçükbaş hayvancılığını geliştirmek amacıyla, ATATURK'ün emri üzerine Aydos yaylasına mandıra yapılmıştır. ATATÜRK'e ait merinos koyununun 6000'in üzerine ulaştığı söylenir. Bu sürülerin baharla birlikte

 

Aydos yaylasına otlatılmak üzere geldiği, sonbahar mevsimi sonlarında AN-KARA'ya götürüldüğü, otlak için yaylaya getirilen küçükbaş hayvanlardan elde edilen sütten, kaşar ve beyaz peynir yapıldığı, bu peynirlerin at arabası ile yayladan alınarak ilçemiz Yukarı mahalle Hükümet caddesi üzerinde yı­kılarak, yerine Belediye Düğün Salonu yapılan arsa üzerindeki ahşap binada depolama işlerinin yapıldığı, hafta sonlarında ANKARA'dan gelen kamyon ile bu peynirlerin götürülerek ANKARA halkının ihtiyacının giderildiği anlatılır.

ATATÜRK'ün ilçemizde hiçbir evde gecelemediği araştırmalar sonucu anlaşılmıştır.

       KURUÇAY'DA BİR MEDRESE

Bu köyde kurulan medresenin, kesin olarak kuruluş tarihi bilinmemek­tedir. Fakat VAKIFLAR'm yönettiği anlaşılmakta ve son elli yıl öncesine kadar faaliyet gösterdiği bilinmektedir. Medresenin kalıntıları da mevcuttur.


 

 

Kuruçay 'daki eski medresenin yerinde; şimdi bir Kur'an Kursu bulunmaktadır.

Hacı Ahmet Efendi'nin müderrisliğini ve Sofu Hoca'nııı da kalfalığını yaptığı bu medreseden, sayısız ilim adamı yetişmiş ve çevre eğitimine ışık tutmuştur.

Tüm civar köylerde medreseye okumaya gelenler bulunur ve yıl sonu "icazet—nâme" töreni yapılırdı, Medrese'de yaklaşık 300 öğrenci vardı. Törene 300'de davetli gelir, 600 kişilik bir kalabalık olurdu ki; bu civarda görülmemiş bir sayıdır. Buna yüz de köy halkı katıhr ve sayı 700'ü bulurdu.

Medrese, dere boyundaydı. Sofu Hoca'nın odası baştaydı.

Tahtayazı'lı Ömer Hoca, ÇatokçularTı Bayram Hoca, Gökçedere'li Ali Hoca gibi tanınmış alimler, hep bu medresenin ürünüdür. Hatta müderris Hacı Ahmet Efendi'nin, Atatürk tarafından Diyanet İş­leri Reisliği'ne, Kalfası Sofu Hoca'nın istanbul Saray Imamlığı'na davet edildiği, fakat burayı bırakıp da gitmek istemedikleri ve gitmedikleri, eğiti­me devam ettikleri çevre halkı tarafından anlatılır. Medrese Kütüphanesi'nin oldukça zengin olduğu söylenir.

Medreseyle ilgili bir efsane anlatılır. Ne derece doğru olduğuna bakma­dan köylülerin anlatışını merakla dinledim.

Medrese devrinde eğitim sonunda icazetname (diploma) töreni yapıhr-mış. Bu medresede 300 talebenin olduğu devirlerde, bir icazet töreninde çevreden gelen davetlilerle köyde; köy halkıyla beraber 750 kişilik bir kalabalık olmuş. Bundan 150-200 sene evvel bir köyde bu kadar kalabalık, talebelerden birisinin dikkatini çekmiş. Kendi kendine;

"Ben böyle kalabalık görmedim, keşke şu anda ölsem de, bu cemaat benim cenaze namazımı kıldırsa", demiş.

Olacak bu ya; orada ânında bu talebenin ayağı kaymış ve ölmüş. O kalabalık da bu hâlis yapılı talebenin namazını kılmışlar.

İşte bu ve buna benzer sayısız şeyler anlatılmaktadır. Kuruçay köyü­nün hâlen en yaşlısı olan ve Hacı Kâtip lakabıyla anılan Mehmet ARMUT-ÇU'nun görüşlerine başvurarak, konuyu daha iyi anlayıp kavramaya çalışa­lım.

Medrese üzerine kısa bir sohbet . . . Soran Y. Avcı, Cevap H. Kâtip.

—Kısaca hayatınızı özetler misiniz?

—1317'de doğdum. Ankara'da askerlik yaptım. Hiç savaşa katıl­madım.

—Kuruçay'da vaktiyle bir medrese varmış, burada okudunuz mu?

—Son zamanlarında okudum. Zâten molla olduğum için beni askere bir buçuk sene sonra aldılar. Jandarma oldum. Bir buçuk yıl askerlik yap­tım ve bitirdim.

—Medrese'de baş müderris kimdi?

—Hacı Ahmet Efendİ'ydİ. Çok âlim bîr zattı. Sofu Hoca vardı. Senin deden olur. Hacı Ahmet Efendi'nin icazet (diploma) verdiği en yetkili talebesıydi. Bayram Hoca vardı. Çatokçular'lıydı.

—Medrese'de tahminen kaç öğrenci vardı?

—300 talebe olduğunu söylerler. Fakat benim bildiğim dört talebe hanesi vardı. Yetiştirdiği en meşhur talebesi de Sofu Hoca idi. Sonra oğlu Hüseyin Hoca gelir. Molla İsmail talebesiydi ama; pek meşhur olamadı. Dede Hoca, Kadir Hoca gibileri normal hocalardı.

—İlk çıkan arabalar hakkında bir bilgin var mı?

—Şu asırda ilk çıkan arabaya benden başka binen kalmadı. Afganis­tan Sefâreti'nin arabasına, Ankara'da askerliğim sırasında bindim, tik gelen araba da oydu. Başka araba yoktu.

—      Bu köyden savaşa katılanların isimlerini sayabilir misiniz?

—           Şu anda benim hatırladıklarımdan; Hasan Demirok (1296)Plevne
savaşına katılmış. Bunun dışında:

 

 

1.       Hasan Albayrak,

2.   İbrahim Konukman,

3.   İbrahim Kabakoz,

4.   Halil Demir,

5.   Hasan Boğa,

6.   Satılmış Yavru,

7.   Satılmış Koç, katılmış. Bunlardan başka da var aına; şimdilik benim hatırladıklarım bunlar.

—            Başka bir diyeceğin var mı?

-   Ne diyeyim. Biz antikayız. Artık antika olduk. Fakat çok ucuz bir

antika. . .

 

 

27.8.1985

 

MÜDERRİS HACI AHMET EFENDİ (M. 1855/1939}

Kuruçay Medresesi'nin kurucusu olan Hacı Ahmet Efendi, Çubuk yö­resinin yetiştirdiği en meşhur şahsiyetlerden birisidir. Uzunca boylu, çakır gözlü olan bu zatın SEYYİD olduğu söylenir. M. 1855 de Hacı Ahmet Efen­di, Ankara'nın Çubuk ilçesinin 18 km kuzeyindeki KURUÇAY köyünde dünyaya gelir. Dedesi Çankırı'nın Orta İlçesinden gelip bu köye yerleşmiş­tir. Bu tarihler Osmanlı'nın çöküşünün başlangıç noktası olan, 1839 Tanzi­mat olayından 15 yıl sonrasına rastlar.

Sekiz yaşlarındayken, içine düşen bir ateş, Ahmet Efendi'yi, ailesinin haberi olmadan İstanbul'a sürükler. İstanbul'da on yaşında hafızlığını ta­mamlar. Beş yıl daha burada kalarak, İstanbul'un iliın, irfan dünyasını tanır ve havasım teneffüs eder, Onbeş yaşına kadar İstanbul'da kalır.

1870 yılında Hocası Hacı Şükrü Efendi'nin teşvik ve tavsiyesiyle, Çan­kırı'da Büyük Müftü olarak bilinen Şeyh Molla Mustafa Efendi'nin yanına gelir ve O'nun beş özel talebesi arasına girer. Hocasından geceli—gündüzlü ders alır. Çok sıkı bir çalışma, azim ve gayretiyle on yıl aralıksız olarak dersine devam eder. Anlatılanlara göre; sorularıyla hocasını hiç uyutmadığı için, hocasının  hanımı  hakkını,   bu çalışkan talebeye helâl etmemiştir.

 

1880 yılında hocasının tavsiyesi üzerine tekrar İstanbul'a dönen Hacı Ahmet Efendi Fatih Medresesi'nde beş yıl daha öğrenimine devam eder. Yirmi iki yıl süren tahsil hayatından sonra, otuz yaşında icazetini (diploma­sını) alarak kendi köyü olan KURUÇAY'a döner.

Artık bu tarihten itibaren Çubuk ve Kızılcahamam çevresinde irşat çalışmalarına başlar. İki yerde bizzat medrese kurarak talebe yetiştirmeye devam eder.

ilk medresesini Kızılcahamam ilçesine bağlı Pazar nahiyesinde kurar. Pazar ve Ortacı yaylası yöresinde yüze yakın talebe yetiştirir. Burada ye­tiştirdiği talebelerinin en meşhuru, Pazar'lı Mamacı Hoca'dır.

Bu dönem, Osmanlı sultanlarından II. Abdülhamit devrine rastlamak­tadır. 1876'dan 1908'e kadarki 33 yıllık sürede, o devrin ve İstanbul ulemâ­sının özelliği olarak, Anadolu'nun köy ve kasabalarında medreseler kurulur, talebeler yetiştirilirdi.

İşte Hacı Ahmet Efendi böyle bir destek ve teşvik sonunda, kendi kö­yü KURUÇAY'a gelerek, köylülerinin de yardımıyla kırk odalı bir medrese inşa eder. Ömrünün en verimli çağında ikiyüze yakını hafız olmak üzere, üç-yüzün üzerinde talebe yetiştirir. Burada yetiştirdiği talebelerinden en meş­huru, medresenin de kendi döneminde kalfalığını yapan SOFU HOCA'dır. Hatta Sofu Hoca'nın Saray İmamlığı'na çağrıldığı, fakat Hacı Ahmet Efen-di'nin rızası olmadığı için gitmediği söylenir.

Otuz yaşında talebe yetiştirmeye başlayan Hacı Ahmet Efendi, haya­tının 53 yılını bu uğurda harcamıştır. Yetiştirdiği talebelerinin tümü, Çubuk yöresinin  çeşitli yerlerinde ve kademelerinde görev yapmışlardır.

1908 darbesi ile çok üzülen H. Ahmet Efendi, sırasıyla Balkan harp­leri, 1. Cihan savaşı, İstiklâl savaşı ve nihayet genç Cumhuriyetin 19 yılını da gördükten sonra, 1939 yılında, 84 yaşında Allah'ın rahmetine kavuş­muştur.

Cumhuriyetin ilk yıllarında kendisine, Atatürk tarafından Diyanet İş­leri Reisliği teklif edildiği zaman, yaşlılığı nedeniyle bu görevi kabul etme­miş ve mütevazi hayatına kendi köyünde devam etmiştir. Allah onlardan razı olsun!

 

Sofu Hoca'nın memleketi Kuruçoy 'dan...

SOFUHOCA (..?../1940)

Kuru çay Medresesi'nin yetiştirdiği en büyük ilim adamlarından birisi olduğu için, kısaca hayatını gelininin ağzından dinleyebildik.

Medine Özbek anlatıyor:

"Artık ben de 65 yaşlarına girdim. O öldüğü zamanlar 60—65 yaşla­rında vardı. Kuruçay'da yedi sene imamlık yaptı. Durasan'm hatibiydi. Sonra Aşağı Çavındır'a imanı durdu. Orada üç, dört sene kaldı.

Medresede   ders   okuttuğunu   iyi   bilirim.   Evde   çok   çalışırdı,   devamlı okur dururdu. Yüz yastığına kitapları yığar, etrafı kitaptan geçilmezdi.

Ben hizmetini yapardım. Bana şuradan kalk da, şuraya otur, demez­di. Beni çok severdi.

Ali ve Mustafa isimli iki oğlu vardı. Ben önce büyük oğlu Ali'ye gelin oldum. Kocam öldüğünde Mustafa çok küçüktü. Üç sene sonra nikahımı Mustafa'ya kıydı. Beni çıkarmadı.

O zamanlar köylere devamlı kitapçılar gelirdi. Onlardan durmadan ki­tap alırdı. Devamlı okur, yazardı. Okur, ukur, "Ben daha bir şey okumamışım" derdi. Hacı Ahmet Efendi'nİn cenaze namazını kıldırdı. "O benim hocam" derdi. Sünnü'ye de hatip durdu.

Sofu Hoca, ilk tahsilini Çankırı'da yapmış. Orta ve Liseyi köyünde bitirdikten sonra, İstanbul'da Şer'iyye Medresesi (fakülte)ni bitirmiş. Oradayken Saray Imamlığı'na teklif edilmiş, fakat Hacı Ahmet Efendi ısrarla Kuruçay Medresesi'ne çağırmış . . ."

Torunu anlatıyor:

"Sofu Hoca'nın evine gelen, giden hiç eksik olmazdı. Bir gün boş kal­mazdı.

Çocukları çok severdi. Gençlere "pehlivan", biraz olgunlarına "molla" derdi.

Çubuk kazasında tanımayan yoktu. Parktan çıkar, Köprübaşı'na ka­dar, öğleden ikindiye zor gelirdi. Gördüğü herkese selam verir, hal ve ha­tırını sorardı.

Çok cömertti. Ceplerini meyve ile doldurur, önüne gelene dağıtır gi­derdi.

Tahminen 1940'da Ramazan'da hastalandı. Çırpınır dururdu. Fakat kimseye, ben hastayım demezdi. Ramazan Bayramı'nm ilk günü, gün batar­ken vefat etti. Bir yıl önündeki Kurban Bayramı'nda da hocası Hacı Ahmet Efendi vefat etmişti. Yani ikisinin arasında on ay var.

Hocası Hacı Ahmet Efendi'yi Atatürk, Ankara'ya çağırmış ama; biz gerisini bilemiyoruz. Ne konuştular, ne ettiler . . .

Ben Hacı Ahmet Efendi'nİn oğlu Hüseyin Hoca'da okudum. Bizi oku­turken şöyle derdi.

'Oku oğlum oku! ilim ar olmaz. İlmi ar edenler, Berhudar olmaz."

Y.A. (27.8.1984)

 

İSMAİL ÇAKIR

(1885 -1974) 1301 doğumlu olup, Kuruçay Medrese'sinin son talebelerindendi. Rüştiye mezunu (şimdiki ortaokul dengi) olarak askere gitti. Bediuzza-man   Said-i  Nursi'nin milis albayı

oldu. Abdülhamid'i çok İyi tanırdı.

Savaşa girmemiş, yalnız Rus­lar, içinde ihtilaf yapıp geri dönünce arkalarından gitmiştir.

ismail ÇAKIR (1973)

Sağhğında şimdiki Saraycık kö­yünün hatipliğini yapmıştır. Çok ça­lışkandı. Kur'an ve Arapça'yı İyi bilirdi. Dört defa hacca gitti. Son zamanlarında "Uıtiyarhğın bir günü, bana on yıl gibi geliyor" derdi, Birgün şöyle anlattı.

"Ben medresede okurken, birgün okuldan kaçtım. Kazaya gittim. Üç gün derse gelmedim. Döndüğüm zaman hocamız Hacı Ahmet Efendi sordu.

—Molla neredeydin?

—Ankara'ya gitmiştim hocam.

—Münübüs diye birşey çıkmış, gördün mü?

—Gördüm hocam.

—Bindin mi?

—Bindim hocam.

—Pekiyi, nasıl birşey anlat bakalım.

—Üzerine biniyorsun, hem oturuyor, hem gidiyorsun.

—Yoksa uçuyor mu?

—Hayır uçmuyor, dedim.

—Bir de uçan olacaktı, dedi.

—O zamanlar uçak-muçak yoktu. Hepsi sonradan çıktı . . ."

Bütün bunları anlatan ismail ÇAKIR; hocaları Hacı Ahmet Efendi'nİn, uçakların yapılacağını keşfettiğini İfade etmek istiyordu. Yoksa yıllar sonra uçakların gökte yüzeceklerini nereden bilebilirdi.

 

 

ANILAR Yurdum Çubuk ovası.

Canlı tarih burası.

Uluçay köyümüzdü, İnsanı ölçümüzdü.

Dağım, taşım kurudu, Sular dünden uyudu.

Artık soldu Uluçay, Adı oldu Kuruçay.

Bir de medrese varmış, Mollalar bahtiyarmış.

Nice nice talebe, Zulme çalmış galebe.

Büyük Hoca derlerdi, İlmi yüce değerdi.

Herkes O'na bağlanmış, Ölmüş rahmetle anmış.

O'nun sözü hücetmiş, Delil imiş, senetmiş.

Soğ Hoca da meşhurmuş, Gönüllerde taht kurmuş.

Molla İsmail vardı, Bunları hatırlardı.

Medresede okumuş, Epey mekik dokumuş.

Birgün molla anlattı, Bineklerimiz attı ...

Ayak, yolunda oktu, Arabalar hiç yoktu.

Derse ara vermiştim, Çubuk deyip gelmiştim.

Sonra döndüm okula. Hocam dedi: - Hayrola ! Dedim: - Şehre gitmiştim, İşimi halletmiştim... Bir otobüse girdim,

 

Oturup mola verdim.

Almış beni götürmüş, Yollarımı yitirmiş. Dedi:- Yavrum uçmuş mu? Yoksa büyük bir kuş mu? Dedim>Hayır yerdedir. Bir bilinmez perdedir.

Yolları katediyor, Sen otur, o gidiyor. Dedi:- Yahu göklerde, Uçan olmalı bir de...

Uçak—muçak bilmezdik, Onu da burdan sezdik.

Hocamızdan muştular, Sonra gökte uçtular.

Derken kepçeyi gördük, Bu nedir? Deyip durduk.

Hayret ile bakarak, Dedim >Bu nasıl tarak?

Birden yere dalıyor, Avcu ile alıyor.

Kendisini koUuyor, Midelere sallıyor.

Unutulmaz yanı var, Tazelendi anılar...

Ebem cimri olandı, Biz uyurken o yandı.

Dedem hayli cömertdi, Babam desen, çok sertdi.

Amcam Hoca Nasreddin, Yahut O'na benzettim.

Fıkraları çok hoştur, Sonuç yine bomboştur.

Duyan güler geçerdi, Yahut yere göçerdi. Kâzım Hoca bir yandan,

 

Medet bekler insandan.

 
Demirci'nin âsâsı,

Elindeki yasası .. . Her kim olsa vururdu,

Yoktan sebep bulurdu. Sayısızdı alâmet. İkide bir kıyamet! Kop uy ordu dillerde, Yaşıyorduk mahşerde. Dere-tepe geçilmez, Uzak-yakın seçilmez. Kurt kuzuyu kapardı. Herkes birşey yapardı. Hak, adalet arardım, Bilenlere sorardım. Edep, irfan kalmamış, Kovanlar boş, dolmamış.

 
Ölçü, maddi keseler. Çalışırdı köseler. Baksan sınır kavgası. Gelir köyün ağası, Ayırmaya çahşır. Sonra kendi alışır.
 

Vurulurdu, vururken,

Yorulurdu uyurken... Ark yaparsın sel alır.

Çark yaparsın el alır,

Gece-gündüz demezdim.

Haranı lokma yemezdim.

Hır-gür ile yaşadım,

Hak almazdı hem adım.

Ankara'ya yollandım.

Bülbül olup dillendim.

Konya yolu geçildi,

Nurâniye seçildi..

Medreseden mektebe,

Ben de oldum talebe...

Yıllar geçip gittiler,

Sınıf-sıra bittiler.

Bu da kolay olmadı.

Dizde derman kalmadı.

Memur oldum hayatta,

Şimdi gözüm beratta.

Ömrüm boyu süründüm.

Yine dimdik göründüm.

"Damla Damla"dan.

 

(1984) Yunus AVCI

 

İBRAHİM KONUKMAN

(1891 / 1970)

—Hayatınızı bize kısaca anlatır mısınız?

—Anlatayım. Askere gidinceye kadar çobanlık yaptım. Jandarmalar Çataltepe'deki yaylada yakalayıp, beni "Bu askerlik yapar" diye, yaşım tut­madığı halde alıp götürdüler, Kırşehir'de seçim yapıldı." Kafkas bölgesini isteyenler. Yemen bölgesini isteyenler aynisin" dediler. Biz Yemen'i istedik, Kafkas bölgesine gidip de kurtulanlar, tesadüfen kurtulmuşlar. Pek fazla kurtulan da olmamış.

Biz doğru Bağdat cephesine gittik. Üç dört sene orada muhasara altın­da kaldık. Kerbelâ'da İngilizler'e esir düştük. Yaya olarak Arabistan, Ye­men, Sana'dan geçip, vapura bindik. Doğruca Hindistan'a vardık. Kelb-Hüdâ (Kalb-Hüdâ)'da tel çember içine alındık. Hintliler bizi "Hıristiyan "diyerek taşlamaya başladılar. Namaz vakti olunca, esirlerden birisi ezan okudu. "Demek ki bunlar da müslümanmış" diye bağırışarak, bizi ekmek yağmuruna tuttular. Altı sene esir kamplarında, Kalb-Hüdâ ile Yeni Delhi arasındaki demiryolunda esir olarak çalıştık.

Üç sefer babama devlet tarafından, ölüm künyem gelmiş. Babam, "Be­nim oğlumun sağlık haberini kim verirse ona bir inek vereceğim" demiş.

 

 

 

İngilizler bizi Mısır'a kadar getirip, askere bir daha alınmayacağımız hususunda sözleşmeli olarak teslim ettiler. Biz Mısır'dan teskereyi aldık, İzmir'e kadar geldik.

İzmir yeni işgal olmuş. Bize (esirlere) bir yemek yedirdiler. Burada yemeğin tesirinden gözlerimiz kör oldu. Saçlarımız döküldü.

Almanlar müttefikimiz olduğundan, Alman Hastahânesi'ne kaldırıla­rak tedavi olduk.

Tâ Hindistan'dan aldığım çay çuvalı sırtımda olduğu halde, yürüyerek memleketime geldim. Kuruçay'da Ördek Mustafa ile Davul çayının derede karşılaştık. Konuştuk, tanıştık, Derhal koşarak babama haber vermiş ve ineği almış.

Minnetoğlu'nun iki oğlu da esirmiş. Babamla bir yer münâkaşası yapmışlar.

Babama, "Kapzımal Dayı, benim iki oğlum var, esir. Birisi ölse, diğeri kurtulur gelir. Ben burayı sana yedirmem" demiş.

Allah'ın hikmeti, onun iki oğlu da kurtulamamış ve ölmüş, fakat ben geldim. "Büyük lokma ye, fakat büyük konuşma, "derler.

Hiç unutamam; Hüseyin Çavuş derler, birisi vardı. Onunla memleketi­mize Yemen'den bir mektup yazdık. Fakat altı senedir mektup yazmadığı­mız için, kendi adresimizi de unutmuşuz. Bunun için adreslerimizi şöyle yazdık,

"Deveci Alayı, Katırcı Taburu, Atçı Bölüğü, Eşekçi Takımı." Mektubumuzun cevaplan alaya, bu adrese gelmiş. Bizim alayda deve, katır, at, eşek vardı. Alay komutanı beni çağırdı.

"Anasına, babasına hayrı olmayıp, altı sene memleketine mektup yaz­mayan adamdan, vatana, millete ne hayır gelir, " diyerek iki tokat vurdu.

Ben esasen, Abdülhamid'in askeriydim. Bomba olayında Muhafız Ala-yı'ndaydım. Olayı aynen gördüm. Çok iyi bir padişahtı. Son zamanlar der­di ki:

"Demek ki ben, bu millete lâyık değilim. Lâyık olsaydım, bu millet beni isterdi."

Zâten böyle diyerek, padişahlığı kendisi bırakmış...

Torunu anlatıyor:

Yeınen türküsünü duyduğu zaman hüngür, hüngür ağlardı. Niye ağladı­ğı sorulunca da:


 

 

— Siz orada olanları bilmezsiniz, derdi.

Öldüğü zamanlar gözleri görmüyordu. Geleni sesinden tanırdı.

YEMEN TÜRKÜSÜ

Şu Yemen'de akan sular akmıyor, Cerrah gelip hastalara bakmıyor, Hastaların hiç birisi kalkmıyor, Yemen çöllerinde kaldım ağlarım.

Ne çok imiş şu Yemen'in devesi. Pek ağırdır Hudeybe'nin havası, Yemen'e gelenin ağlar anası, Yemen çöllerinde kaldım ağlarım.

Evimizin önünde çifte pınarlar, içerler suyunu beni anarlar, Yemen'e gideni öldü sayarlar, Yemen çöllerinde kaldım ağlarım.

Söyleyin babama abdestİnİ alsın, Okusun Kur'an-ı, namazım kılsın, Benim gibi oğlu, arasın bulsun, Yemen çöllerinde kaldım ağlarım.

Dertli anam benim için ağlasın, Oğul hasreti ile ciğer dağlasın, Körpe kuzum ile gönül eğlesin, Yemen çöllerinde kaldım ağlarım.

İSMAİL CANTÜRK (1896/ 1987)

-     Hayatınızı bize kısaca anlatır mısınız?

-     Anlatayım. Ben 1312'de Samut köyünde doğdum. Asker oluncaya kadar dünyada olup bitenlerden habersiz yaşadım. Daha doğrusu köyümün dışına çıkmamıştım.

Sonra asker oldum. Üç ay kadar Etlik bağlarında tâlini yaptım. Ora­dan Çardaklı'ya sevkedildim.

Seferberlik'te Çardakh'dan Rusya'ya taarruz ettik. Fakat söktüreme-dik, Çardaklı'da bir sene kaldık. Uskorpit denilen bir hastalığa tutuldum. Üç ay tebdîl-i hava geldi. Sonra yine Çardaklı'ya gittim.

Rus askerleri Trabohı'ya gelmiş. Kâzım Karabekir pâdişâhtan yardım kuvveti istemiş. O da 88. alay gitsin demiş. Bunun üzerine biz de Çardakh'­dan hareket ettik. Şaban Karasarı'dan geçtik. Tanzara, Kulakkaya, Tamde-re, Değirmen Taşı üzerinden Giresun'a vardık. Ruslar da Trabolu'ya gelmiş ve aralarında anlaşmazlık çıkmış. Bozuldular. Biz gittik, onlar gittiler. Kara­deniz köylerinden geçip Trabzon'a vardık.

Karadeniz boyu Of, Kop, Hopa sağımızda kaldı. Batum yoluna ayrıl­dık, Batum'a vardık. Ermeni Şehri Özürget ve Batum arasında Ermeni'yie

harbe girdik. İşte ben burada yaralandım. Oradan tekrar Özürget'e girdik. Baktık ki, orada kimse kalmamış... Dokuz gün yatıp, Batum'a geldik. Ba-tum'da yedi ay yattım.

Bacağımdaki yara çok fazla olduğundan İstanbul'a scvkedildiın. İki ay İstanbul'da, iki ay da Ankara'da yattım. Ayağım yine iyi olmadı. Samut köyüne hava değişimine gönderdiler. Bu yaralı bacağımla köyde iki sene gezdim.

"Kuvây-ı Milliye açıldı, gavur Sakarya'ya kadar geldi, "dediler. Ben de Ankara Cebeci Hastahânesi'ne sevkedildim. Orada bacağımı kesmekten baş­ka çare bulamadılar. Daha doğrusu acısına dayanamadım. Kesilmesini ben istedim. Bacağımı testere ile kestiler ve bana maaş bağladılar. Ayak takıp gönderdiler. O gün bugün, tek ayakla çalıştım durdum. Çoluk çocuğumun geçimini sağladım.

Çok zorluk çektim. Allah kimseyi düşürmesin, devlete, millete zeval vermesin. Bugün doksanın üzerindeyim. İyi canım varmış, çıkmadı gitti. Çok şükür Allah'a...

—Kâzım Karabekir'i tanır mıydınız?

—Tanımaz olur muyum hiç... İyi bir adamdı. Dindar, gayretli, yiğit bir âmirdi.

Kâzım Karabckir'e dön, dediler. 0 da dönmedi. Ermeni'den aldı. Er-meni'ye vurdu. Elde malzeme yoktu. Neyle savaşacak efendi! Böylece tam dört ay idare etti.

—Ya Fevzi Çakmak nasıldı?

—Dindar, yiğit, mert bir komutandı.

—Ali İhsan Paşa nasıldı?

—İyi bir paşaydı ama; İngiliz'e esir düştü. Oradan kaçtı geldi, fakat gölgesiyle başa çıkamadı.

—Sultan Hamid'i tanır mısın?

—Ben pek tanımam, bir yiğitliğini de görmedim. Biz O'nun devrinde dünyayı tanımaz bir çocuktuk. .Fakat benim bildiğim Sultan Hamid, bu memleketi 33 yıl idare etmiş...

—Mustafa Kemal Paşa hakkında ne dersin. Yani Onu gördünüz mü?

—Mustafa Kemal Paşa savaşı kazandı. Biz Çardakh'daydık. Çardaklı dedikleri bir taş, bir kaya,. Biz şehitleri topluyorduk. Atıyla yanımıza ka­dar geldi. Harp mahallini gezdi. Orada kendisini gördüm.

Y.A. (24.8.1985)

 

 

MEÇHUL BİR ASKERİMİZ

Karataş köyünden. Hacı Ömer Çevik isimli bir askerimiz, anne, baba ve akrabalarıyla vedalaştıktan sonra, vatani görevi için ayrılır. Ayrılırken evli olduğu eşiyle lâdes tutuşur. Gün ola, harman ola...Aradan tam 12 se­ne geçer. Bütün köy halkı onu öldü bilir. Ölüm kâğıdı gelir. Akrabaları on­dan ümitlerini kesmiştir ama, eşi asla...Gece gündüz yolunu gözler, durur... Ha bugün, ha yarın...

Yazın kavurucu sıcağı, öğle üzeri daha da çekilmez olur. Bütün köy halkı işinde gücündedir. Elinde bir çanta, bu beklenmedik misafir, yıllan geride  bırakarak çıkar, gelir. Gelir, gelir ama, onu kim nereden bilsin...

Doğruca köy odasına gider. Odada İpek Dayı'dan başka kimse yoktur. Biraz istirahat ettikten sonra konuşmaya başlar. Önce söze İpek Dayı baş­lar:

-     Nerelisin yabancı, kimin kimsen yok mu?

-     Var elbet, olmaz olur mu?

-     Bu köyde işin ne?

-     Şöyle bir ziyarete geldim.

-     Kimi ziyarete geldin?

-     Hacı Ömer Çevik isimli bir arkadaşımı.

-     Ohooo... O öleli seneler oldu oğlum. Ailesi hâlâ yolunu gözler ama, boşuna...Ne haber, ne eser...

-     Pekiyi falan-filan sağ mı?

-     Falan öldü, filan sağ.

-     Ben artık evime gideyim İpek Dayı.

Bu cümlenin ardından, İpek Dayı bu yabancının kim olduğunu anlar. Ondan evvel ailesine koşar ve müjdeler. Kadın merdiven başında beklemek­tedir. Bu haberi duyar-duymaz, heyecanla kendinden geçer ve İpek Dayı'yı kucaklar. İkisi birlikte merdivenden yuvarlanırlar. Asker de gelmiştir artık. Çantasını ailesine uzatır ve giderken tutuştukları lâdesini hatırlatarak onu aldatır.

Geçmiş yılların anıları bu askerin ağzından senelerce dinlenir. Fakat, yine de dinleyenlerden eser kalmaz. Meçhul kahramanımız acı tatlı hatıra-lanyla aramızdan ayrılır, Hakk'ın rahmetine kavuşur.

Onun ağzından dinlediklerimiz; hayal -meyal hatırladıklarımızdır. Fa­kat yine de dinlemeye devam edelim.

 

 

 

"Sarıkamış'ta tam dört sene kaldım. ATATÜRK'ün yakınında bulun­dum. Savaş sırasında, birgün ATATÜRK'ün yanına yaklaşarak "Eğer bana izin verirseniz, düşmanın can damarı olan topunu patlatır, gelirim" dedim. Bana "Seni yakalayıp öldürürler" dedi. Vatan için ölmekten daha güzel şey mi olur" dedim. Bunun üzerine bana izin verdi. Ben de geee yarısı gizlice gittim. Kalan son toplarını havaya patlattım. Ben de onların panik içerisine düşmelerinden yararlanarak kaçmayı başardım. Döndüğüm zaman ATA­TÜRK sırtımı sıvazlayarak, "Aferin oğlum, çok cesurmuşsun, bizi kurtar­dın" dedi.

Bir gece nöbet sırası bendeydi. Ortalık karla kaplıydı. Savaşa girmiştik. Düşmanlar kar gibi bembeyaz elbiseleri giymişler, sessizce bize doğru yakla­şıyorlardı. Ben bunu hisseder -hissetmez tüfeğimi patlattım. Ve derhal ilgili­lere haber verdim. O gece sabaha kadar savaştık. Düşmanlar bize, biz onla­ra...

Sabah olduğu zaman silah sesleri kesilmeye başladı. Ölen cesetleri, sa­bahtan akşama kadar arabalar taşımakla bitiremedi.

Yine böyle şiddetli bir kış mevsimiydi. Karın yerden yüksekliği bir metre kadar vardı. Biz savaşıyorduk. Üzerime doğru bir atlı geldi. Bana bir kılıç salladı. Artık ben gerisini hatırlamıyorum. Sadece hatırladığım şeyler şunlar:

Bu kılıcın darbesiyle ben yere düştüm. Atlı, atını üzerime sürdü. At üzerimden atladı geçti. Beni atma çiğnetmeye çalıştı ama, at çiğnemedi. Herhalde bu yarayla ölür, diyerek beni bırakıp gitti. Bundan sonrasını hatır­lamıyorum. Ayrılıp kendime geldiğim zaman, kamnı akmış ve ben; karın di­bine kadar inmiştim. Çenem bağrımdaydı. Derhal cebimden mendilimi çı­kardım. Çenemi ellerimle yerine getirerek sardım. Kafamdan bağladım. Bir de alnımdan ayağıma doğru bir kılıç yemişim. Artık bu yarayla yaşamak bir mucizeydi. Kendimden ümidimi tamamen kesmiştim. Ortalık ateşe ve­rilmiş yanıyordu. Bir samanlık gördüm. Penceresinden içeri baktım. Orası da yanıyor. Nasıl olsa ben ölmüşüm diyerek; kendimi içeri attım. Orada can çekiştirirken, iki kişi pencereden bana baktılar. "Yaralı galiba bizden" dedi­ler. Derhal içeri girerek, beni alıp hastahâneye götürdüler. Ben orada altı ay yattım. Biraz iyi olup kendime geldikten sonra, beni yine şevkettiler. Biz RUSLAR'la savaşa girdik ve esir düştük.

Bizi alıp RUSYA'ya götürdüler. Esirler arasında kaldık.

Birgün RUSYA'daki Ruslar, esirleri aralarında taksim ediyorlardı. Za­man zaman esirlerin görüşü de alınıyordu. Bize de sordular. "Kime gitmek istersin, aramızdan hangimizi tercih edersin?" Dediler. Ben de bir arkadaşımla beraber, zayıf birisinde kalmayı tercih ettim. Niyetim; gece yarısı onu öldürüp kaçmaktı. Fakat evine gittiğimiz zaman, adamın yirmi tane oğlu olduğunu öğrendik. Bunların on tanesi asker, gerisi evde kalıyordu. Herkese birer at arabası düşüyordu. Adam rençperlikle uğraşan birisiydi. Evinde de yirmi gelini, bir kızı vardı.

 

Benim kaçma ümidim tamamen kırılmıştı. Çaresiz olarak kadere bo­yun eğdik. Adam bizi durmadan çalıştırıyordu. Ben de çok çalışıyordum. Bütün İşleri onlardan evvel bitirirdim. Bundan dolayı bana iki at arabası ver­diler. İki de olsa, yine onlardan evvel işimi bitiriyordum.

Bu kadar çok çalışmam; ev sahibinin çok hoşuna gidiyor, kendileri domuz eti yerken, bana tavuk eti hazırlıyorlardı. Adıma da artık OMARO diyorlardı. Böylece dört sene yaşadım. Beni çok sevdiler. Asla aralarından ayrılmamı istemiyorlardı. Fakat ben, mutlaka vatanıma gelmeliydim. Kö­yümden ayrılah tam 12 yıl olmuştu. Adam benim mutlaka gitmek istediği­mi öğrenince "Senin memleketinde evin-danıın kalmamıştır" diyerek, kol­tuk altı gibi gizli yerlerime birer altın top dikerek yerleştirdi. Ayrılık günü gelip çatınca, adamın kızı "Beni de götür" diye yalvardı ama, nasıl getirir­sin? Neyle getirirsin?

Altı ayda yürüyerek TÜRKİYE sınırına geldim. Beni sınırda yakala­dılar. Üzerimdeki altınların tümünü aldılar. Soyup soğana çevirdiler.

Aslında ben, çok yiğit biriydim. Bizim bölüğümüzde bir ayı vardı. Bundan dolayı "Ayıcı Bölüğü " derlerdi. Bu ayı ile güreş yapardık. Ayıyı kimse yenemezdi, sadece ben yenerdim."

Meçhul kahramanımızın anlattıkları bunun gibi sayısız şeyler. Zaten döndükten sonra aramızda çok yaşadı. Hâlâ kılıç yaraları yüzünde derin bir iz bırakmış duruyordu. Anlattıklarının tümünü bu kılıç yaraları doğrular gibiydi. Yiğitliğinin eserini görenler de az değildi. Çünkü o, köyüne gelip yerleştikten sonra da aynı hayatı sürdürmüştü. Yüklü kağnının altına girip kaldırdığını görenler; onun bu anlattıklarına nasıl inanmasın. Öylece inan­dılar...