Erdem Yazaroğlu

Erdem Yazaroğlu

EN BÜYÜK MESELE

Bir Müslüman’ın en büyük meselesi son nefesinde imanla kabre girmek meselesidir. Çünkü, her Müslüman’ın başına zemin yüzü kadar büyüklüğünde sonsuz bir Cenneti kazanmak veya kaybetmek davası açılmış. Bu asırda bu davayı kazanmak çok zorlaşmış. Çünkü; his, hevesat, kötü arkadaş, uygunsuz çevre, kitle ve iletişim araçlarının günahlara hizmet etmesiyle bu davayı kazanmak oldukça zorlaşmış. O yüzden son nefesinde imanla ölmek ve kabre imanla girmek meselesi, bir Mü’min’in en büyük meseledir. İmanı elde etmek kolaydır, elde tutmak oldukça zordur ve en önemli meseledir.

İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle dirilir. Nasıl dirilirse de öyle haşrolur.

Acaba bir Mü’min son nefesinde imanını şeytanın buzlu kadehine satsa, o kaybettiği davanın yerini ona dünya saltanatı verilse doldurabilir mi? Dünya ve içindeki her şey onun olsa bu kaybettiği davanın yerini doldurabilir mi? Elbette dolduramaz. Çünkü dünya ve içindeki her şey ölümlüdür. Son nefesinde imanını şeytanın buzlu kadehiyle takas eden ve ahirete imansız giden bir Mü’min, bu dünyada sultan olsa kaç para eder? Artık iş bitmiştir.

Son nefeslerini vermek üzere olan bir insana büyük bir miras kaldığı müjdesini verseniz zevk alır mıydı, yoksa büyük bir acı mı hissederdi? İmanı kaybetme durumunda ise bundan bin kat elem vardır. Çünkü mevzubahis olan sonsuz Ahiret hayatıdır.

İmanını kaptıran Mümin, Peygamberimizi ebediyen göremeyecektir. Ebedi gençlik, ebedi muhabbet, ebedi aşk ve ebedi nimetlerin hepsinden mahrum kalacaktır. Dünyadayken menkıbelerini dinlediği yüzbinlerce Peygamberi (s) göremeyecek, yüzmilyonlarca evliyayı göremeyecektir. Çünkü, Cenneti ve içindeki her şeyi bir buzlu kadehe değişmiştir. Hapishanedeki insanın dışarıda muhteşem bir hayat olduğunu bilmesi hapisteki acıyı binlerce kez artırması gibi, Cehenneme giren bir insanın hemen biraz ötesinde Cennetin olduğunu bilmesi ve oradaki sonsuz nimetleri kaçırdığını bilmesi Cehennem azabını binlerce kez artıracaktır.

İşte bu yüzden her Mü’minin en büyük meselesi son nefesinde imanı kaptırmamaktır. İmanla ölmek ve imanla kabre girmektir.

Güneş gibi bir hakikat varken, mum ışıklarına müteveccih olunmaz. Şimşek gürültüsü gibi bir seda varken, sinek vızıltılarına kulak verilmez.

Eden varsa ya divanedir ya da aklından zoru vardır. Her gün yüz binlerce defa insanı mezaristana boşaltan ölüm, insana en büyük hakikati haykırmaktadır. Ezan sesleri, selâ sesleri, hızla geçen günler, saçlarımızdaki beyaz teller, geceyle gündüzün arka arkaya gelmesi, sevdiklerimizin Allahaısmarladık! bile diyemeden birer, birer vefat etmesi ve daha böyle yüzlerce olay insana en büyük meselesini haykırmaktadır…

“Bak, sıraya girmiş, tabutlar ayrı ayrı...

Gör, unuttukları kabre koşuşan insanları...

Seherde öten horoz, trenin çığlıkları,

Bu kaçıncı çağrı?

Bu kaçıncı uyarı ?

İnsan duymuyor mu ?

Duymayacak mı ?

"KOŞUN KURTULUŞA" diye,

AĞLAYAN EZANLARI !!!”  (1)

Akıllı insan lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilen ve gereğini yapabilen insandır. Bazen yeni açılan mağazalar büyük kampanyalar yapıyor. Piyasa şartlarına göre büyük indirimler yapıyor. İnsanlar bu indirimlerden yararlanabilmek için iki saat, üç saat önceden mağazanın önüne geliyor ve saatlerce kuyrukta bekliyor. Soğuk ve sıcağa aldırmıyor. İçerde yaşadığı izdiham itilmek kakılmak da cabası. İnsan aklı, birazcık indirimli mal alabilmek için saatlerce önceden mağazanın kapısı önüne gelmeyi ve saatlerce ayakta beklemeyi ve içerde itilmeyi kakılmayı akıllıca bir davranış olarak görüyor. Ama ebedi hayatın anahtarı hükmünde olan namaza gelince on dakika ayırmayı çok görüyor.

Ben çok meşgul bir adamım diyor. Ya da namazı alelacele, tadil-i erkâna riayet etmeden kılıyor.  Ya da üşene, üşene; istemeye, istemeye kılıyor.

Bir maçı izlemek için tam 90 dakikasını ayırıyor, bir filmi izlemek için saatlerini ayırıyor ama Sonsuz hayatın anahtarı, kabirde bir nur, sıratta bir Burak olan namaza gelince hep bahane üretiyor.

İşte bu nefsin oyunlarından sadece bir tanesidir. Burada nefis iradeyi felç etmiştir. Felçli bir irade kanserli bir uzuvdan daha tehlikelidir. Sağlığında cennetle müjdelenen sahabeler bile bu büyük mesele karşısında tir, tir titrerken, bizler yirminci asrın Müslümanları olarak, şare kadar imanımızla bu sorumluğu bu hassasiyeti duymuyorsak, bu sadece bizim cehlimizden, meselenin büyüklüğünü idrak edemeyişimizdendir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) devesinin üzerindeyken vahiy geldiğinde deve vahyin ağırlığına dayanamayarak çöküyordu. Demek ki vahyin manevi bir ağırlığı vardı. Aynı ayetleri bizlerde okuyoruz, neden dizlerimizin bağı çözülmüyor? Peygamber Efendimizin (s.a.v) saçlarını ağartan Hud Suresi, neden bizlerin saçlarını ağartmıyor? Bir cümle nasıl bir güce sahiptir ki, bir insanın saçlarını ve sakallarını bir anda ağartabiliyor? Bu soruları ince, ince düşünmemiz gerekir.

Dünyada kaybedilen her kıymetin, her maddi değerin, daha fazla çalışarak telâfisi mümkündür. Allah ölümden başka her problemin çözümünü yaratmıştır. Ölüm zaten kendisi bir kurtuluştur. Hiç kurtuluştan, kurtuluş olur mu?

Mesela:

 Malını kaybeden, evi yıkılan, arabası çalınan bir insan, Allah sağlık sıhhat verirse, imkân verirse bunları tekrar elde edebilir. Ya da sigortası varsa, sigortası bunları ödeyebilir. Kişi çalışır gayret ederse, Cenab-ı Hakkın yardımıyla önceki durumundan daha iyi bir noktaya gelebilir.

Ama son nefeste imanı kaptırmanın telâfisi yoktur. Çünkü bu sınav bir defaya mahsustur. Cehenneme girenler Cenab-ı Hakka şöyle yalvaracaklardır:

Allah’ım bize ikinci bir fırsat ver, bizi dünyaya gönder, yeniden dünyaya gidelim seni razı edecek ameller işleyelim (Mü’minun Suresi, 99).

Tabiî ki bu istekleri kabul edilmeyecektir. 60 yıl yaşamış bir insana yüzbinlerce defa fırsat verilmiştir. Ayrıca dönmek istediği dünya kapanmış ve tasfiye edilmiştir. O yüzden ikinci bir fırsat mümkün değildir.

Müslümanlarla, Mekkeli Müşrikler arasındaki ilk savaş, Bedir Harbi’dir. Bu savaş İslam’ın en önemli savaşıdır. Müslümanlar için bir ilktir. Müslümanlar bu savaşta büyük bir inanç imtihanı vermişlerdir. 300 kişilik Müslüman ordusu, 1000 kişilik Müşrik ordusuyla savaşmıştır. Bu savaşta Peygamber Efendimiz (s.a.v) orduyu ikiye ayırmış, bir kısmı müşriklerle savaşırken diğerleri namazlarını kılmışlardır. Sonra da diğer sahabeler gelerek namazlarını kılmışlardır.

“Savaşta Mü’minler arasında bulunup da onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle birlikte namaza dursunlar ve silâhlarını da yanlarına alsınlar. Onlar secde ettikten sonra geri çekilip düşmana karşı dursunlar ve yerlerine henüz namaza durmamış olan diğer topluluk gelsin. Onlar da tedbirli şekilde ve silâhlarını yanlarına alarak seninle beraber namaz kılsınlar.” (Nisa, 4/102)

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Tebük Seferi’nden dönünce, “Hoş geldiniz! Küçük cihattan büyük cihada geldiniz.” buyurdu. Bunun üzerine Sahabiler, büyük cihadın ne olduğunu sordular. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Büyük Cihat: Nefsin heva ve hevesine karşı yapılan cihattır.” diye açıkladı. (2)

Bu hadisinde Peygamber Efendimiz (s.a.v), en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini “küçük cihat” olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi “büyük cihat” olarak nitelendirmektedir. (3)

Ayrıca, İbn Kayyim el-Cevziyye, “Mücahit, nefsiyle cihat edendir” mealindeki hadise dayanarak, kulun nefsiyle olan cihadının dış düşmanlara karşı gerçekleştirilen cihada nispetle asıl olduğunu, Allah’ın emirlerine uyma konusunda nefsiyle cihat edemeyen kimsenin, düşmanla cihat edemeyeceğini belirtir. (Zadü’l-Mead, 2/38).

Nefisle mücadeleyi hayattaki bütün meselelerden daha önemli kılan yani hayatın en önemli meselesi kılan üç özelliği var:

1-Dışarıdaki düşmanla savaşmak kolaydır. Çünkü düşman dışarıdadır. Ama nefisle mücadelede düşman bizzat kişinin içindedir. Kötülüğü emreden itaat ve kayıt altına girmek istemeyen Nefs-i Emmaredir.

2- Düşmanla olan savaş birkaç saat en fazla birkaç gün sonra bitiyor. Netice belli oluyor. Yani uzun sürmüyor. Ama nefisle olan savaş bir ömür boyu kıran, kırana sürüyor ve son nefese kadar devam ediyor ve netice son nefeste belli oluyor.

3-Düşmanla olan savaşta öldürüldüğümüzde şehidiz. Sağ kalırsak veya yara alırsak gaziyiz. Ama, nefisle olan savaşta öldürülürsek, Allah korusun imansız ölebiliriz.

Dünyanın bin sene mesûdane hayatı bir saatine kâfi gelmeyen Cennet hayatını ve Cennetin dahi bin senesi bir an görmeye kâfi gelmeyen Rü’yetullahı ebediyen kaybedebiliriz.

Eğer nefisle olan mücadelede büyük yaralar almışsak ve hala hayattaysak, durumumuz çok ciddi! demektir. Kişi, aldığı yaraların durumuna göre manevi açıdan büyük bir tehlikededir!  Ağır hastaların yoğun bakımda kaldıkları sürece ciddiyetini korudukları gibi, kişi burada manevi açıdan yoğun bakımdadır! Bir ümit, geri dönebilir de dönmeyebilir de.

O yüzden nefisle mücadelede tek seçenek, mutlak galibiyettir. Sahabe-i Kiram Efendilerimiz Bedir harbinde galip gelmiş ama Uhud Harbi’nde büyük acılar yaşamışlardır. Elbette savaşta yenmekte, yenilmekte mümkündür ve her yenilginin bir telâfisi vardır. Ama nefisle olan savaşta yenildiğimiz zaman Allah korusun nefsin kölesi haline geliriz ve derken imansız olarak ölmemiz de mümkündür. İşte bu yenilgilerin en büyüğüdür. Hayatı boyunca nefsin her istediğini yerine getirmiş olan insanın son nefeste şeytanın buzlu kadehine secde etmesiyle, bu büyük imtihan kaybedilmiş olur. Allah korusun.

Bu savaşta nefse yenilen (imansız vefat eden) ebediyen cehennem tarafından yenilecektir. Allah’ın, kâinatın piri olarak yarattığı insanın, cehennemin kiri olarak ölmesi ne hazindir!

Allah Cehenneme odun olmaktan bütün Mü’min’leri muhafaza buyursun (Âmin).

KAYNAKÇA:                                                      

1-Kemal Ural

2- (Beyhaki, ez-Zühd, Beyrut, 1996, 1/165; Hatip Bağdadî, Tarihu’l Bağdad, 3/523-524; Zehebî, Siyer-ü Alamü’n Nübela, 56/324; Keşfu’l-Hafa, 1/511).

3-“Küçük cihaddan büyük cihada döndük” anlamındaki hadis rivayetinin zayıf olduğu ifade edilir (Ali el-Kari, el-Esrarü’l-merfua, s. 206-207; Tahricu Ahadisi’l-İhya, 3/7, 64; Feyzü’l-Kadir, 4/511). Ancak, Seyyid Ahmed el-Ğumari, Avarifü’l-Maarif üzerine yaptığı tahriç çalışmasında, bu hadisin muhtelif bütün nakillerini inceledikten sonra, onun hasen derecesinde olduğunu bildirir (bk Avatıfu’l-Letaif, 1/188). Nitekim “Hakiki mücahid, nefsine karşı cihad açan kimsedir.” (Tirmizi, Fezailü’l-cihad, 2) anlamındaki hadîs de aynı manayı ifade etmektedir.

Bu yazı toplam 4719 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
44 Yorum