
Erdem Yazaroğlu
BİR HELÂK OLMA NEDENİ-2
Kâbus!
Çocukluğumdan beri dar mekânlardan sıkılır ve bu tür yerlere girmeyip kaçardım. İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış, fakat bu illetten bir türlü kurtulamamıştım.
Oysaki o dar yerlere, şimdi ister istemez girecektim.
Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir tabuta yerleştirmişlerdi. Çevremde dolaşanların seslerini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına rağmen, her nasılsa onları görüyordum.
–Genç yaşta öldü zavallı! diyorlardı. Hâlbuki ne kadar çok işleri vardı.
Gerçekten de birçok işim yarım kalmıştı. Meselâ, oğluma iyi bir işyeri açamamış, araba ile renkli televizyonun taksitlerini henüz bitirememiştim. Büyük bir firma kurup, dostlarımı orada toplamak da hayal olmuştu. Üstelik kış çok yaklaştığı halde odun kömür işini halledememiş ve çatının akan yerlerini aktaramamıştım.
Yarıda kalan işlerimi arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim. Sanki mikrofonla söylenen bu ses, beynimin en ücra köşelerinde yankılanıyor ve:
–Geçti artık geçti! diyordu.
İçimden: “keşke geçmemiş olsaydı!” diyordum. Nereden başıma gelmişti o kaza bilmem ki? Hâlbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım.
Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken, dostlarımın çevremi sardığını ve içinde bulunduğum tabutun kapağını örtmeye çalıştıklarını fark ettim. Onları engellemek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde ne kımıldayabiliyor nede bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi, tabutun tahtaları arasından sızan ışığa çevirmiştim. Dehşet içinde:
–Aman Allah’ım!.. dedim. Ne olacak şimdi hâlim?
Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum. Bu arada omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştım. Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu.
Cenâze namazı için câmiye gidiyor olmalıydık.
Câmi deyince aklıma gelmişti… Çok yakınımızda olmasına ve her gün beş defa davet edilmeme rağmen, bir türlü vakit bulup gidememiştim. Ama her zaman söylediğim gibi, elli yaşına gelince namaza başlayacak ve herkesin şikâyet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim.
Evet, evet şu kaza olmasaydı, ileride ne iyi bir insan olacaktım. Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses:
–Geçti artık geçti! diye tekrarladı. Bitti artık!
Biraz sonra namazım kılınmış ve tekrar omuzlara kaldırılmıştım. Mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçerken, her gün iskambil oynadığımız arkadaşlarımın neşeli kahkahalarını işitiyor ve “herhalde ölüm haberimi duymamış olacaklar” diye düşünüyordum. Sesler iyice uzaklaştığında, eğik bir şekilde taşındığımı hissederek mezarlığa çıkan yokuşu tırmandığımızı anladım. Şiddetle yağan yağmurun tabuttaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer ıslattığının da farkındaydım. Buna rağmen, dışarıda konuşulanlara kulak verdim. Dostlarımın bir kısmı piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da millî takımın son oyununu methediyordu. Tabutumu taşıyan diğer biri ise, yanındakinin kulağına fısıldayarak:
–Rahmetlinin tersliği, öldüğü günden belli! diyordu. Sırılsıklam olduk ya!
Duyduklarım herhalde yanlış olmalıydı. Yoksa bunlar, uykularımı onlar için feda ettiğim dostlarım değil miydi?
Yolculuğum bir müddet sonra bitmiş ve tabutum yere indirilmişti. Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni dibinde su toplanmış olan bir çukura indirdi.
Boylu boyunca yattığım yerden etrafa baktım.
Aman Allah’ım!.. Bu kabir değil miydi?
O âna kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim?
Sessiz feryatlarımı kimseye duyuramıyor ve dostlarımın, üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum. Tekrar koyu bir karanlıkta kalmış ve bütün âcizliğimle dua etmeye başlamıştım.
–Yâ Rabbi! diyordum. Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım. Ve kabrimi, Cennet bahçelerinden bir bahçeye çevireyim. Aynı ses, her zamankinden daha şiddetli olarak:
–Geçti artık geçti! diye tekrarladı. Her şey bitti artık!
Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakların çıkardığı ses gök gürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu.
Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım. Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat korkunç bir kâbus görüyordum. Bitişik dairede oturan doktor arkadaşım, beni ayıltmaya çalışarak:
–Geçti artık geçti! diye bağırıp duruyordu. Geçti bak, hiçbir şeyin kalmadı!
Yattığım yerden yavaşça doğruldum.
Terden sırılsıklam olmuş ve sanki yirmi kilo birden vermiştim. Dışarıda sağanak hâlinde yağmur yağıyor, şimşek ve gök gürültüsünden bütün ev sarsılıyordu.
Etrafımdakilerin şaşkın bakışları arasında kendimi toplamaya çalışırken:
–Ya Rabbi!
Sana zerrelerim adedince şükürler olsun! diyordum. İyi bir kul olmak için, ya bir fırsat daha vermeseydin?
Yazar: Cüneyt SUAVİ
30 Yıldır Yapmadığın Tövbeyi...
Günahların elinde bir o yana, bir bu yana savrulan bir terzi, zamanın Kutbu olarak bilinen bir Allah dostunun yanına gider. Halini anlattıktan sonra Allah dostundan durumuna çare olacak bir nasihat ister.
Allah dostuyla terzi arasında şöyle bir konuşma geçer:
–Sen ne iş yaparsın?
–Terziyim efendim
–Kaç yıldır bu mesleği icra ediyorsun?
–Tam 30 yıldır efendim.
–Terzilikte en zor şey nedir?
–Ölçüye göre kesim yapabilmektir.
–Can boğaza geldiğinde kesim yapabilir misin?
–Canım tendeyken kesimi zor yapıyorum, can boğaza gelince nasıl kesim yapabilirim, bu mümkün değil.
–Öyleyse 30 yıldır yaptığın kesim işini can boğaza gelince yapamıyorsun da 30 yıldır yapmadığın tövbeyi, can boğaza gelince nasıl yapacaksın?
İnsanları iki şey helâk etmiştir:
“Nasıl olsa Allah affeder diye günah işlemek,
Nasıl olsa daha vakit var diye günahına tövbe etmeyi geciktirmek”
Haydi Bugünde Dünyaya Gönderildin…
Tabiin büyüklerinden Vehb bin Münebbih isimli zat, evinin bir odasına kümbetli bir kabir yaptırmıştı.
Kefenini giyer, kabre girer, kümbetin kapağını üzerinden örter ve kabir suallerini teker, teker kendisine sorardı.
Sorgulama bittikten sonra aşağıdaki ayeti okurdu:
–“Rabbim beni dünyaya gönderde güzel ameller işleyeyim.”
Sonra:
–Haydi, bugünde dünyaya gönderildin ey Vehb!
Güzel ameller işle de göreyim seni! diyerek kümbetin kapağını açar ve kabrinden çıkardı.
Alman Hocanın Zamanı Kullanmakla İlgili Verdiği Ders:
“…Hoca çok disiplinli biriydi. Bilhassa zaman açısından hiç müsamahası yoktu. Bir hafta boyunca, kimin ne kadar dakika geç geldiğini tespit ediyor ve onları geç kaldıkları süre kadar sınıfta tutuyordu. Tabii bu durum, zaten kursa zor zaman ayırmış iş sahiplerinin hiç de hoşuna gitmiyordu. Bir gün, haftalık cezası 18 dakika tutan bir arkadaş kızarak şöyle dedi:
Neredeyse saniyeleri hesap edeceksiniz. Neyse hatırınız için bir başka zaman on dakika sınıfta kalayım. Şimdi çok acil bir işim var….
Yaşlı Alman, gözlerini kırpıştırarak bir süre arkadaşı süzdü ve şöyle konuştu:
–Olmaz. Çünkü siz acil işlerinize bu kadar önem vermiş olsaydınız, şimdi benden 18 dakikalık bu cezayı almazdınız. Zira ders de sizin için günlük, saatli acil bir işti. Bu bakımdan şimdi kalacaksınız ve 18 dakikalık bir ders vereceğim size. Belli ki, hoca da kızmıştı. Ben de merak ederek kaldım sınıfta.
Şöyle devam etti:
–Arkadaşlar, zamanı iyi kullanmıyorsunuz. Bir broşür göstererek şuna bakınız lütfen, dedi. Bu bir tren tarifesiydi. Arkadaş göz ucuyla bakıp iade edecekti ki, “Hayır daha iyi incelemenizi istiyorum.” dedi. Trenlerin kalkış ve varış saatleri değişik ve karmaşıktı. Mesela kalkış 18.18 idi, 21.35’ti. Varışlar da hep öyleydi.12.46 ve 09.27 idi.
Cezalı arkadaş şöyle dedi:
–Bakınız, işte burada Avrupalı kafanın mantıksızlığı açıkça görünüyor. Ne demek yani 18 geçeler, 38 geçeler… Şuna üç buçuk, dört buçuk deseniz olmaz mı? Hiç olmazsa çeyrek deseniz de hem de akılda kalacak bir sayı ve saat olsa…
Yaşlı Alman belli belirsiz bir tebessümle şöyle dedi:
–Kendinize hakaret etmeyin. Çünkü bu tarifenin böyle düzenlenmiş olması Avrupa kafanın mantıksızlığı değil, Müslüman kafanın tutarlılığıdır. Çünkü biz zamanı kullanmayı Müslümanlardan öğrenmişizdir. İşte bu tren tarifesi de aynı anlayışın bir örneğidir.
Siz Müslümanların ibadetlerinde yer önemli değildir. Dünyanın her yerinde ibadet edebilir; ama zaman çok önemlidir. Çünkü her ibadetin kendine ait bir vakti vardır. Hatta bu vakit, ibadetin şartıdır. İbadetlerin vakti de bizim tren tarifesi gibi, hep böyle 18,17,13 geçelerdir. Üstelik bu vakitler de sürekli değişirler. Böylece de Müslümanlar her gün değişmekte olan zamana karşı uyanık durmakta, zamanın kıymetini anlamakta ve onu iyi değerlendirmek üzere hazırlanmaktadır. Bizim zamana bakışımızın ilham kaynağı Müslümanlardır.
Yaşlı Alman Hoca “çıkabilirsiniz” dediği zaman hepimiz tarifi imkânsız bir mahcubiyet içindeydik.
Evet, Acele Etmeliyim!
–Büyük bir iş başarmadan önce ölmemek için acele etmeliyim.
–Bugünümün dünümü geçmesi için acele etmeliyim.
–Rakiplerim arı gibi çalışıyor, acele etmeliyim.
–Zalimler, kötü insanlar çalışırken ben acele etmeliyim.
–Ömür sermayem hızla tükeniyor, acele etmeliyim.
–Atılan tohumların yeşermesi zaman, alacak acele etmeliyim.
–Geçmişte yaptığım hatalarımı tamir etmek için acele etmeliyim.
–İki günümün eşit olmaması için, acele etmeliyim.
–Yıllardır beni hasret ve ümitle bekleyen parlak bir geleceği, kucaklamak için acele etmeliyim.
–16’sında öldü, 66’sında gömüldü olanlardan olmamak için acele etmeliyim.
–Varlığıyla, yokluğu arasında fark olmayan bir insan olmamak için acele etmeliyim.
–Her gecikmenin ya maddi ya manevi bir bedeli vardır, o yüzden acele etmeliyim.
–Hayırlı işlerde acele ediniz.
–Vakti giren namazı kılmakta acele ediniz.
–Evlenme vakti giren çocuğu evlendirmekte acele ediniz.
–Cenazeyi defnetmekte acele ediniz.
–Gelen misafire yemek ikram etmekte acele ediniz.
–Tövbe etmekte acele ediniz.
–Orucu açmakta acele ediniz.
–Acıları paylaşmakta acele ediniz.
–Ağızınızdan çıkan sözü (vaadi) yerine getirmekte acele ediniz.
–Randevularınıza vaktinde yetişmek için acele ediniz.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.