Tarık Sezai Karatepe

Tarık Sezai Karatepe

Seninle Beklenen Şafaktır Şimdİ!

Babasından, o da dedesinden dinlemişti;

Çankaya dedikleri devasa metropol, bağlık bostanlık bir yermiş. Hacettepe"den her sabah kalkar, bostanını sular, erik ağacının dibinde nefeslenir; menemenini yer, ayranını  tepesine diker, pınardan suyunu içer; akşam ezanıyla evine düşermiş.

İki göz, bir sofa"da oğlunu everip, kızını gelin etmiş; torununun kulağına ezan okumuş;  Yaradan"a şükredip, muhanete muhtaç olmadan yaşamışlar…

Bin dokuz yüz otuz…

Kazması küreği omzunda, nacağı belinde;  bohçası, küreğin sapında;

tarlasına varınca bir de ne görsün, “hokumet adamı”nın elinde mezro, bir o yana bir bu yana ölçüp biçiyor;

bir anlam verememiş; içi ürpermiş; yüreği yerinden oynamış:

“Selamünaleyküm beyim, hayırdır inşallah”

adamlardan biri: “Hükumet selamını öğretmediler mi sana?”

“O ne ki?” 

“Devlet memurunun yanına girdin mi, günaydın, diyeceksin, şapkanı  karnına yapıştırıp hazırolda duracaksın; anladın mı?”

“Anladım, anlamasına da kusura bakmazsanız, bir şey soracağım; tarlamda….” der demez, ikisi birden ağazları çıkana kadar gülüyor, yerlere yatarak yuvarlanıyor; ağzı açılmadık küfürler savuruyorlarmış. Bizimkisi ne olduğunu anlamaya çalışıyor; akıl sır erdiremiyormuş.

 “Bas git dayı, işimiz başımızdan aşkın; senin tarlanın yerine banka yapılacak, aha da planı, tamam mı?”

Adam oracıkta yığılıvermiş; komşu tarlada çalışan ırgatlardan biri, evini biliyormuş; kağnıya attığı gibi…

Olanları çoktan duymuş olan ailesi; gözlerini açınca, sabır yüklü cümleler sıralamışlar. Çok sürmemiş; adama “inme” inmiş. Ne yaptılarsa çaresiz.

Bunu hak etmemişti. Balkan Harbi"nde serseri kurşun, sol kulağını almış; büyük oğlunun çiçek"ten toprağa girdiğini, Galiçya"dan dönerken öğrenmiş; yediği içtiği zehir olmuştu.

Dizlerinden birine azıcık derman gelmiş. Neden sonra bastonuna tutunarak “vilayet”in kapısını çalmış; çıkınını  açıp, dede yadigarı tapuyu “hokumet adamı”na uzatmış.

Memur, sağı solu gözetleyerek, adamın sağlam kulağına:

“Bu tapu eski harf…  iki sene önce kalktı… Sen git, şehir kulubüne…  Hakimlerden birine yalvar, razı et; tarlan gitti, hiç olmazsa istimlak al, üç beş kuruş… Benim akıl verdiğimi de deme sakın!”

Ulus"taki şehir kulübü, çimento fabrikası gibiydi; kırmızı örtülü yuvarlak masalar, sabaha dek seçkin(!) misafirlerini ağırlıyor, devlete millete büyük hizmeti geçmiş (!) zevat, yorgunluk atıyordu.

İzmirli avukat, Balıkesirli  hakim, Bursalı mal müdürü, Batı Trakyalı doktor, Galatalı sanayici; iviç, yan, ikis, oviç soyadlı yeni dostlar; saygıdeğer hanfendiler, beyfendiler(!)…  Komün hayatın tadını çıkarıyorlardı: “Bana bu dansı lutfeder misiniz?”

masaların etrafında, bordo ağızlıklarına taktıkları kahverengi puroları keyifle tüttürüyorlar; “yeni dünya düzeni”nin şerefine kadeh kaldırıyorlardı.

Hem sonra, gül gibi geçinip gitmek varken niye savaşmışlardı ki! Çok şükür(!) ailelerinde eğitim zayiatı yoktu!

Adam, İtalyanların gaz odalarını andıran mekana girer girmez, bayılacak gibi olmuş; cesaretini toplayarak masalardan birine yanaşmıştı:

 “Hakim beyi arıyom!”

İçlerinde, henüz haysiyetini kaybetmemiş biri, karşı masayı işaret etti:

Öğlen keyfini kaçırmamaya özen göstererek: “Ne var!”

“Anasının sütü gibi helal” tapuyu hakime uzatmış; “Senin gibi binlercesi var; iyisi mi, siz, gidin köyünüze; efendi efendi oturun!” cevabı, kanun gibi tesirini göstermişti.

 Elinden bastonu kaymış; hakim, kendine vurduğunu sanıp kapıcıya havale etmiş; o da “görev şuuru”yla bir güzel benzetmişti.

Apar topar merdiven boşluğuna atmışlar; sürünerek dışarı çıkmış, gözüne ilişen bir değnek imdadına yetişmiş, Samanpazarı"nın yolunu tutmuştu.

Sabahçı kahvesinde, cebindeki  son kuruşuyla  utana sıkıla istediği, buram buram Anadolu kokan çayını yudumlarken, eşekten düşenin halinden anlayan biri yanına sokulmuş;

Ahimesut"taki tarlasının, Seyran"daki bağının başına gelenleri;

bir diğeri Çınçın"daki iki katlı kesme taştan evini satmayınca, bir gece nasıl da yangın çıkarılıp “don gömlek” dışarı fırladığını,

karakolda: “Başın ağrır, bu adamlar azılı, Allah"a havale et!” dendiğini;

öteki, Balgat"taki mahalle fırınının bir sabah yerinde yeller estiğini; hiçbir şeye değil de, Gölbaşı"ndaki değirmenden yeni öğütüp,  ne zahmetlerle getirdiği unlarına acıdığını;

 “Bunların hiç mi dini imanı yok!” sızlanmasıyla dinlemiş; ucuz kurtulduğuna(!) için için sevinmişti.

İki saatlik yürümeyle evine zor güç ulaşmış; Yozgat"ın Boğazlıyan"a doğru,  yetmiş kuruşa tuttukları eski kasa kamyonetle yola düşmüşlerdi.

Anadolu insanı, yarım asırlık küslüğün ardından, şehri, Rüzgarlı"dan,Siteler"den, Ostim"den yeniden zorlayacaktı.

Yoksa Köy Enstitüleri “arka bahçe” miydi

Bu yazı toplam 2516 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
14 Yorum